Monolog - I

Mustafa 24 yaşında Ankara Siteler'de bir marangozhanede kalfalık yapan ve hala baba evinde yaşayan sıradan bir gençtir. Aylin ise iyi eğitim görmüş şu an Hacettepe'de Sosyoloji okuyan laik ve çağdaş Türkiye'nin örnek "emekli müsteşar kızı"dır. Mustafa ve ülküdaşları, marangozhanede, mobilyacıda, camcıda, şurada, burada sürünmeyelim Siteler'in bitip Aydınlıkevler'in başladığı yerde, pederlerin birikmiş paralarıyla, şöyle işlek bir internet kafe açalım oturduğumuz yerden para kazanalım der bir gün. İş ciddiye binince Mustafa, ülküdaşlarının yüzünü kara çıkarmamak için, bir de ekipte işin ayrıntısını kitabına göre bilen biri olsun diye "İleri İnternet Kullanıcılığı ve Yerel Ağlar" başlıklı bir kursa yazılır. Ne şahane tesadüftür ki Aylin de aynı kursa sözde ileride kullanılmak üzere bilgisayar sertifikası almak için özde bunaldığı ve artık pek az gittiği üniversite ortamından başka bir sosyal ortama girmek bu yolla günlük depresyonlarını acısızlaştırmak için kayıt olur. Daha buradan anlaşılıyor ki Aylin tuhaftır normal değildir ama Mustafa gayet normaldir

Kursa başlayınca Aylin sosyalleşeceği daha doğrusu musallat olacağı deney faresi diye kullanacağı kişiyi hemen seçer, erkek olmasına dikkat eder. Simetrik bir ilişki yerine iktidarı elinde tutmak işine gelir çünkü. Gizli planları vardır, zaten tuhaftır. Diğer tarafta Mustafa bu erkek olmaya fazla hızlı bir şekilde talip olmuştur. Ürkek ürkek bakmıştır etrafa bir kere. Derse ilgisini çabuk kaybetmektedir. En önemlisi bu yaşına rağmen kadınlarla arasında ergenlikten kalma kaygı dolu bir çizgi vardır. Ne tenlerine ne ruhlarına aşinadır. Aylin iktidarı kolay kazanacaktır.

Aylin Nazi subayı değil ya, amacı gizli planı öyle şeytanca bir şey değil. Ama çoklarınca Aylin'in tüm etkisi önce nazarla sonra şerle şeytanla açıklanacak. Modern Türkiye Cumhuriyeti'nde hala böyleleri olması ne yazık. Peçesini atıp çağdaş başlığını takan ve vals yapmasını bilen nesiller çok uzakta şimdi… Tabi konu bu değil konu Aylin'le Mustafa'nın olağan dışı ilişkisi, hikâyenin adı ise monolog. Benim adım Oğuz; Türkiye Cumhuriyeti, laik.

                                    *    *    *

    Konur Sokak'taki Leman'da ekose gömleğin içinde eğreti kalmış bir gençle kızıl uzun saçlı minyon ama güzel bir kız veya kadın oturuyor. Takdir edersiniz ki kız Aylin genç Mustafa. Erkekse cinsiyet ifade eder ve çok cinsidir biz erkek yerine "çocuk" deriz "genç" deriz.

                                         *

    Adı Aylin olan kendine yakışan bir gülümsemeyle ve belli bir güvenle girdi söze:

— Bence, diyorum, sıradan bir insan pek az beyin aktivitesiyle gününü geçirir. Düşün ev hanımısın. Kalktın kahvaltı hazırlayacaksın ev ahalisine. Neler çıkarayım ne yapayım derken biraz düşünürsün tamam. Ne bileyim evde olmayan kahvaltı bileşenlerini göz önünde bulundurarak kahvaltıyı hazırlamaya başlarsın. Ama bir kere karar verdin mi, tamam. Kahvaltıyı hazırlarken, eğer olağan dışı bir derdin yoksa hiçbir şey düşünmezsin. Kahvaltıya oturursun sonra kahvaltıyı kaldırırsın. Uğurladıktan sonra ev ahalisini Seda Sayan izliyorsun diyelim. Böyle dertli insanlar filan var ortamda. Gene düşünmezsin…

— Nasıl düşünmezsin bal gibi de düşünürsün. Ya mesela o kişinin derdini düşünürsün. Kahvaltıyı hazırlarken de temizlik yaparken de kesin düşünürsün. İnsanın düşünmediği an olur mu?

— Olur tabi. Bak eylemlerimizin büyük bir kısmı vakti zamanında başkalarından kopyaladığımız ya da bir şekilde düşünerek belirlediğimiz öz eylemlerin tekrarıdır. Yani nasıl desem bir bilgisayar programı düşün, hani hoca bahsetmişti web sitelerinin nasıl yapıldığını anlatırken, günlük eylemlerimizi programdaki işlemler, fonksiyonlar olarak düşün. Biz de o programın hem kodlayıcısı hem kullanıcısıyız. Biz kodlayıcı olarak çoğu zaman başka bilgisayarcıların fonksiyonlarını yani eylemlerini kopyalayıp programımıza yazarız. Ama bazen de kendimiz bir fonksiyon yazarız. İşte bu fonksiyon yazmak işi, düşünmektir. Fonksiyon yazmak öğrenmenin yaratıcı yoludur. Diğer yol, kopyalamak ise daha çok zaman isteyen fakat daha az zahmetli ve sınırlayıcı yoldur. Hatta sınırlamak ve zahmete girmemek eğitimcilerimizin hoşuna giden şeyler olduğundan problem çözmeyi değil problem çözme yolunu öğreniriz okullarda. Neyse, kullanıcı olarak biz, yaratıcı veya ezberci, bir şekilde öğrendiğimiz bir eylemi çoğu zaman hiç değiştirmeden ama bazen biraz değiştirerek uygularız. Eylemlerimizin her birinin birbirinden farklı gibi görünmesini sağlayabilir, aynı tip eylemin farklı sonuçlar vermesi. Ancak bu bir yanılsamadır ve bu yanılsamanın nedeni belli fonksiyonun başlangıç koşullarına yani giriş değerine göre farklı sonuçlar vermesidir. Yani aynı karesini alma işleminin 2 için 4 , 4 için 16 sonucu vermesi gibi. Bu işlemleri uygulamak belki bir çeşit beyin aktivitesidir ancak asla düşünmek değildir. Çünkü düşünmek yaratmakla ilgilidir ve işlem uygulamak yalnızca tekrardır. İşte bu nedenlerle günlük hayatımızın neredeyse tamamını kapsayan bu eylemler yüzünden günümüzün önemli bir kısmını düşünmeden yaşarız. Çünkü…Kaptırdım gidiyorum ya anladın mı bu dediklerimi?

— Çok garip düşünüyorsun. Bilmiyorum, haklı gibisin.

— Bak işte şimdi içimizde iki tane ben yaratalım. Biri yaratan yani düşünen ben diğeri kopyalayan ve uygulayan yani tekrarlayan ben. Günlük hayatta sıradan insan çoğu zaman düşünen beni uyutur. Bin defa yaptığı eylemleri tekrarlayan ben sayesinde yapar ve bu benle yaşamaya alışkındır. Çünkü tekrar etmek alışkanlığın zahmetsizliğinin devamını sağlar zaten. Alışkanlığın zahmetsizliği öyle yumuşak bir yataktır ki yetkin ve cesaretli bir azınlık dışında insanların çoğu bu hoş yatakta uyuklayarak geçirir hayatını. Zaten normal olmak dedikleri tam da budur.

Aylin sustu ve masa örtüsünün altındaki karikatürlerden birine dikti gözlerini. Sanki Mustafa'ya düşünen insanın nasıl göründüğünü gösteriyor gibiydi.Böyle şeylere alışık olmayan Mustafa biraz da kaygılı gözlerle atıldı, son bir iki dakikalık konuşma kendisini hiç olmadığı kadar tuhaf hissettirmişti:

— N'oldu ya? Niye sustun?

— Niye anormal olmamız gerektiğine dair verdiğim bütün yanıtlar bilinçaltımda kabul görüyor da bilincim reddediyor gibi... Yani neden anormal olmamız gerektiğini bulamadım. Ama senden istediğim şey anormal olman.

— Nasıl? Senin gibi mi yani ?

— O kadarını beceremezsin… Yani benimki biraz da bozukluk, ruhsal bozukluk.

— İyi de neden anormal olayım.

— Mantıklı konuştuğumu söylemedin mi az önce?

— Ya tamam da yani…Hem sıkıntı bastı sanki beni. Hem nasıl olunur anormal?

Aylin'in gözleri parladı aniden:

— A bak onu düşündüm işte. Bunun bana göre harika bir yolu var. Monolog yapmak.

— Nası..Ne yapmak?

— Bak… Senin için wikipedia'lara girdim. Diyalog Latince Dia yani karşılıklı ve logos yani söz veya konuşma kelimelerinin birleşmesinden gelir. Hatta logos aynı zamanda anlam, düşünce ve hatta bilim anlamına gelir. Biyoloji Jeoloji filan hep logostan gelme. Bir de insanlar diyalog kelimesinde di kısmının Latince iki anlamına gelen bir önek olduğunu ve diyalogun yalnızca iki kişi arasında olan konuşmaya denebileceğini söylerler ki bu yanlıştır çünkü orada di öneki değil dia kelimesi vardır.Bu hataya benzer…

— Öf amma laf kalabalığı yaptın monolog diyorduk.

— Monologda ise mono ve logos var. Mono tek logos konuşma demek. Yani monolog bir tek kişinin konuşmasıdır. Bunu başkaları izleyebilir tabi. Ama monolog diyince insanın aklına kendi kendine konuşman gelir, gelmez mi?

— Anormal olmak için baya iyi bir yol. Kendi kendine konuşmak. Deli gibi.

— Eee ne diyorsun?

— Nasıl ne diyorum? Bu kadar mı anlatacağın?

— Tabi ki değil. Bak şimdi şu an biz senle diyalog halindeyiz ve bu bir yaratıcı diyalog. Yani ezbere konuşmuyoruz. Merhaba merhaba demiyoruz, tuzu uzat demiyoruz. İşte sende böyle yaratıcı bir iş yapmıyorken yani günlük yaşantının uyumanı bir kenara bırakırsak tamamında monolog yapacaksın, tabi ki içinden. Anormal olmayan bir insanı anormal göstermek gibi bir amacım yok. Yani içinde sürekli konuşacaksın. Yalnız bu monolog tıpkı şu andaki diyalog gibi yaratıcı olacak.

— Nasıl? Sürekli böyle felsefe mi yapacağım?

Aylin gülümsedi, tedirgin sevgiliciğinin yüzüne bakarak. O an bu çocuğun hakikaten ona bağlandığını gördü. Garipsedi tabi, ne de olsa yalnızca iki hafta olmuştu. Ve Aylin'e sorarsanız doğru dürüst bir şey paylaşmamışlardı bile. Basit bir aşk onunki diye bir cümle geçti Aylin'in monologunda. Bu basit aşkla Aylin laboratuar ortamına kavuşmuştu. Hoş bu laboratuarda deneyin yapılışı dışında her şey bilirsizdi. Ortada ne bir hipotez vardı test edilecek ne de bir ölçü aracı sonucu bildirecek. Ama ne olursa olsun iyi bir şeyler keşfedilecekti.Aylin biraz olsun tatmin edecek Mustafa'yı baya bir değiştirecek.En azından böyle umuyordu Aylin…

Bira mı alsak? - I

Sigaradan son bir nefes daha aldı ve sigaraları bitmişti. Şişenin dibindeki tatsız biraya da ardından bir nefes çekemeyeceğinden hiç katlanamazdı. Şişeyi duvara fırlattı, gürültülü tok bir ses çıktı ama şişe kırılmadı. Gece lambasının karamsar aydınlığında geceye sövdü gene. Boş sokakta belli belirsiz yankılandı sesi. Gece sessiz, bütün evler soğuk, nerede hoşgörü nerede yardımseverlik, her kapıda bir kilit, sokakta dışlanmaktan başka ne hissedebilirdi? Saatler sonra doğacak şu sonbahar güneşinin hiç ısıtamamasına rağmen sıcacık göstereceği şu kaldırım, ilerideki bank, yaslanmaya müsait bahçe duvarı hepsi sessiz hepsi soğuk hepsi adeta başkasının malı, hepsinin üstünde bir o yabancı…

— Bira mı alsak, dükkân var mı ki yakında?

— Oğlum tüm parayı yatırdık boka zaten, şu ileride Umut’un evi var numara çekmez dert etme…

— Lan ne dert edecem, sen bir zamanlar sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken ben karlar arasında üç kuruşluk adamların nefesiyle ısınmaya çalışıyordum.

—Yatağın olmadığından mı çıktın göt! Sürekli bir melankoli amını sikiyim, tutunmaya çalıştın mı bir kere de sövüyorsun şu siktiğiminin hayatına!

Burunlarından kesik kesik çıktı ağlanacak hale gülmenin sesi. Tutunmuş gibi davranan şu salak sövmüyor muydu sanki hayata? Kim tutunuyordu bu arada?

— Oğlum bira alalım lan, daha demleniriz.

— Üşüdüm lan ben

—İç don giydin mi?

—Ne?

— İç don lan, havalar soğuyunca annemiz giydirir ya…

— Anneni…

Sokağın soğuğunu bastıramayan bir bakış kesti diyalogu bir an

— Lan oğlum iç don ne amına koyayım. Şurada olmadık küfrettiriyorsun

— Ben ettiriyorum de mi?

Aslında böyle uzayıp gidebilirdi evlerde yaşayanların görmediği, görenlerin tedirginlikle baktığı bu iki serserinin konuşması. Ama soğuk duvarda şişe patlatamayan, içi dolu şişeler alma telaşındaydı, zorla yürüttü yoldaşını ta neredeki açık tekel bayiine.

— Sen ne zaman bitireceksin lan okulu? İç iç nereye kadar lan?

— Lan iki karı muhabbeti yapma bi be

— Seksist dingil

— Ben dingil sen entelijans…

Her gün de içerlerdi aslında. Ama üç kuruşluk yurt odasında bilemedin aşağı çimlerde olmadı şuradaki parkta içerlerdi. İki üç katlı apartmanların “şirin” evlerin arasında değil. Ama “seksist dingil” yurttan atılmıştı yok yere ve dünyanın en vefalı “entelijans”ı da peşine takılmıştı dostunun. Öte yandan aralarındaki sağlam bağı hiç düşünmezlerdi, iyi arkadaş olmalarını birbirilerine rahat küfredebilmelerine bağlarlardı. Hem ağız dolusu küfredemedikten sonra dost edinmenin ne anlamı vardı?

— Oğlum Umut’un evinden uzaklaşıyoruz. Salaklık etme ne yapacan, amına koduğum dışarıda?

— Sen ne yapmayı düşünüyorsun?

— Hocam ben şu iki birayı Umut’un evine yürürken içselleştirmeyi planlıyorum, akıllı ol yanımda gel benden söylemesi, ha gelmezsen de ekim sikim hikâyesi, biliyorsun…

Hâlbuki nerede? İnsan istediği kadar entelijans olsun biri için acaba başına bir şey gelir mi diye düşünmeye başladığı anda artık onu bırakamaz. Ama bizim entelijans başkası için endişelenecek bir tip de değil aslında. Peki neden gitti peşinden? Salak da diyemedi kendine içinden bir bildiği ama açık açık söyleyemediği var belli

— Ulan sikik bari nereye gidiyoruz onu söyle

— Ne bileyim amına koyayım ben ne yaptığımı biliyor muyum?

Bilmez mi? Sokağı tanırım diye böbürlenen – böbürlendiği şeye bak hele- alkolik bir adam değilsin yalnızca şu sokağa düştüğünde vurup memelekte gitmediysen, nereye gittiğini pek ala biliyorsundur.

— E bitti…

— Yarak kafa ne bekliyordun? Harbiden çıldıracağım lan.

— İki saniye küfretme lan. Bak şu geçidi görüyor musun?

— Hemzemin

— Yapma ya tünel sandım ben onu

— E ne var amına koyayım

— Oraya gideceğiz sonrası sana kalmış.

Geçidi gördüğünde münasebetsiz bir şey geldi aklına. Memleketinden gelen tren şehre tam da bugün yani perşembe tam saat ikide geliyordu. Normalde de bu tren onun için çok şey ifade ederdi ama aklında, akıl almaz bir soğukkanlılıkla parlayan bir fikrin ana nesnesi olarak bu tren bir anda daha da güzelleşti gözünde. Nasıl da hızla yaklaşmaktadır şimdi…

NO PASARAN!!!

Elindeki silahı bırakıp temizlik işine, ordu donatım bakım işine girmesi istenen dünyanın en haklı feminist gerillası haykırıyor:

"Biz, devrimin neden nüfusun sadece yarısının elinde olduğunu anlamıyoruz. Bizler anarşistleriz fakat aynı zamanda kadınız ve kendi devrimimizi yapmak istiyoruz. Erkeklerin bunu bizim için yapmasını istemiyoruz. Erkeklere göre hazırlanmış bir mücadele istemiyoruz çünkü her zamanki gibi biz sikiliyoruz. Dövüşmek istiyoruz, çünkü kendi payımıza düşeni talep ediyoruz. Ve anlaşılmasını istiyoruz ki, biz şu halimizle mutluyuz ve evde örgü yapmamız koca bir hata olurdu.

Ölmek istiyoruz! Ama erkekler gibi ölmek istiyoruz, hizmetçiler gibi yaşamak değil!"

1996 yapımı Libertarias filmi İspanyol İç Savaşı’nda cumhuriyetçiler kanadında duran CNT(Confederacion Nacional del Trabajo)/FAI(Federacion Anarquista Iberica) örgütüne bağlı küçük bir anarşist birliğin hikayesini anlatıyor. Savaşmak için erkeklere silahlarını teslim etmeyi reddederek cepheye giden biri orospu biri rahibe altı kadın filmde yalnızca yüzyılın son idealist savaşında devrimci mücadeleye yürümüyor, aynı zamanda anarşist olduğunu söyleyen ama kadınlara “eskisi gibi” temizlik işi veren erkeklerle de mücadele ediyor. Onlarca yasakla toplumu dize getirmeye çalışan faşistleri devirenlerin apolet takmayı reddettikleri, önderlerinin basit bir asker olmaktan gurur duyduğu ve yasaklananın yalnızca mülkiyet olduğu bir ortamda Ruslara nasıl devrim yapılacağını göstermeye çalışan erkekli kadınlı binlerce anarşistin, sosyalistin, devrimcinin umut dolu savaşı oldukça akıcı bir dille anlatılıyor.

Filmden iki diyalog,

Sovyet temsilcisi kibirle soruyor:

— Sizin bölüğünüzdeki adamlar düzensizlikle suçlanıyorlar. Bazıları, kaos diyor. Profesyonel askerler saygı görmediklerini düşünüyorlar. Buna ne diyorsunuz?

— Burjuvazi, her zaman özgürlüğü kaosla açıklama eğilimindedir. Biz itaati değil, hevesi örgütledik…

Bu da Amerikalıdan:

— Bu kuşkusuz çok pahalı bir zafer olacak. Size bir harabeler yığını kalacak.

— Biz harabelerden korkmuyoruz. İspanya'nın ve Amerika'nın saraylarını ve şehirlerini işçiler yarattı. Bunu yeniden yapabiliriz. Burjuvazi, tarihe gömülmeden önce dünyasını yıkabilir fakat bizim yüreklerimizde yeni bir dünya var ve her saniye büyümeye devam ediyor.


Kimilerine göre saplantı bizimkisi, biz ölmüşüz bitmişiz meğer. Biz zaten hiç olamamışız meğer. Desinler ne derlerse desinler. Çok değer verdikleri ama asla anlamadıkları demokrasi bir kerede geldi sanıyorlar dünyaya. Ordusu olan adamın genelge yayınlaması tek partili mecliste kanun yapmasını devrim sanıyorlar.

Ama bilmiyorlar bizim gibi sınıfsızlar sınıf atlasa da sokaklar yaşayacak. Sokak sanatçıları polise rağmen şarkı söyleyecek:

Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar
Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler
Onlara aldırma Hayyam. Dostum… Dostum…

Diğer yandan bu bir melankolinin ezip geçebileceği şey değil. Bu modern devletlerin Prometelerinin hastalığı. Üzerinden tank geçti ve hala yaşıyor. Bir daha ayağa kalkacak. Ve yeni bir idealist savaş olacak. Ve bu öyle olması gerektiği için değil kaçınılmaz olduğu için değil biz yapacağımız için olacak. Kimse olunmayacak herkes olacak.

Hastalık, işte bu da böyle bir hastalık… Hiç kimsenin hiç kimseden üstün olmadığı bir düzeni isteme hastalığı kardeşçe yürüme hastalığı…



Binlerce insan yürüyor kardeşçe…

“Bir koridor gibi çın çın öten daracık sokaktan ayaklarını vura vura uluslararası birlikler geçiyordu. Kimler yoktu ki aralarında? Uzun saçlı aydınlar, inatçı komünistler, Nietzsche bıyıklarıyla yaşlı, Sovyet filmlerindeki jönleri andıran yüzleriyle genç Polonyalılar, kafası traşlı Almanlar, Cezayirliler, bunların arasına yanlışlıkla karışmış İspanyollar denebilecek İtalyanlar, hiç kimselere benzemeyen İngilizler, Moris Tores'e ya da Moris Şovalye'ye benzeyen Fransızlar... Hepsi de çelikleşmiş dimdik!

Kışlalarına yaklaşıyorlardı ya, birden marş söylemeye başladılar. Ve yeryüzünde ilk defa olarak savaş düzeninde yürüyen her ulustan karmakarışık bir sürü adam, enternasyonal'i bir ağızdan söylemiş oluyordu...

Kimselere nasip olmayan böylesi bir kardeşleşmenin görkeminden titredi Madrid. Coşkuyla fısıldadı tek bir ağız gibi: "Bizimle savaşmaya, bizimle ölmeye gelmişler!" onların dil sorunu yoktu, dünyayı yaratan ellerinden tanırlardı birbirlerini. No pasaran sır değildi onlar için. Ve hangi dilde verilirse verilsin anlarlardı "hücum!" komutunu. Yüzlerini bile görmedikleri ispanya işçi ve köylüleri için aynı kahramanlık ve sadelikte öldü onlar.

Öldüler haykırarak! Diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir! No pasaran!"

Proletarya partisi, savaşta en ön safta
Beşinci alayı kurdu
Savunmak için ispanya'yı

İspanya'nın çiçeği, en kırmızı çiçeği halkın
Omuz omuza 4 taburla
Dövüşüyor Madrid sokaklarında

Anacığım, anacığım
Bak şuraya şarkılarla
Yürüyor alayımız, yürüyor savaşa doğru,
Yürüyor faşizme karşı!”

NO PASARAN!!!




Not: Üçüncü kısımdaki şarkı Siya Siyabend adlı sokak sanatçısı grubun, son kısımdaki alıntılanmış kısım Kutupyıldızı adlı grubun eseridir.

Tek Yol Kaçmak

[Yazı, Dagur Kari’nin Noi Albinoi isimli filmiyle doğrudan ilgili olduğundan önce filmi izlemeniz tavsiye edilir. Yazı boyunca spoiler endişesi taşımadığımdan filmi izlemeden yazıyı okumamanız da tavsiye edilir.]




İtaatsizlik mi Tembellik mi?

Filmi hem izlerken, hem de sonrasında birçok soru takılıyor kafama. Noi’nin hangi sıfatlarla nitelenebileceği bunlardan biri. Birkaç tanesini hemen sayabiliriz belki: Saygısız, itaatsiz, uyumsuz, tembel, hayalperest… Şüphesiz ki bunların hepsi doğru. Ama bunlardan birisi diğerlerine baskın olmalı.

Ocak veya şubatta bir dini bayram vesilesiyle gittiğim köyümüzde, sabahları soğuktan titrediğim için yataktan çıkmak istemezdim. Yorganın dışına çıkarılan herhangi bir uzuv, şiddetli soğuk hissiyle karşılar ve hemen yorganın içine girmek isterdi. Bir süre karşı çıkıştan sonra kalkıp koşarak sobalı odaya geçer ve ısınırdım. Erkek egemen toplum oluşumuzun nimetlerinden çekinmeden faydalanarak hiçbir iş yapmadan kahvaltının hazırlanmasını beklerdim. Ama, yine erkek egemen toplum oluşumuzun bir bedeli olarak bayram namazına gitme zorunluluğu, bu lüksümü ortadan kaldırırdı. İşte o zaman, soğuk suyla alınan abdest, hazırlanma, giyinme ve eksi yüz derece soğukta dışarı çıkma benim çok canımı sıkardı. Kendimde fazlasıyla gözlemlemekle birlikte, soğuğun tüm insanlarda uyku getirici bir etkisi olduğunu düşünürüm hep. Her daim soğuk, neredeyse kutup diyebileceğimiz kadar kuzeydeki İzlanda’da yaşayan insanlarda da bunu fazlasıyla görüyoruz. İnsanlarda bir izole olmuşluk hissi de var. Dünyanın geri kalanıyla arasında okyanuslar bulunan bu garip ülkede, bir de yetmezmiş gibi izole bir köyde yaşayan bu insanlar, her türlü heyecandan uzak, basit ve yavaş yavaş yaşıyorlar.

Her sabah yataktan kalkmamak için babaannesine tüfek attıran, orda burda her daim uyuyan Noi’de de ziyadesiyle bunu görüyoruz. Ayrıca Noi, herkesten daha da tembel olarak, ders çalışmıyor, okula gitmiyor, babasına yardım etmiyor. Onun yerine uyumayı ve aylak aylak gezmeyi tercih ediyor. Okuldaki herkesten daha zeki olmasına rağmen dersleri herkesten kötü. İnsanlar her ne kadar soğuk ve izolasyonun uyuşturucu etkisinden nasiplerini alsalar da, ‘yaşamak’ uğruna çalışıyorlar veya okula devam ediyorlar. Ama Noi, bunları reddediyor, sanki içten içe, orada yaşamak için çalışmayı, okula gitmeyi bir kayıp olarak görüyor. Seçenekleri çok sınırlı ve kendini hapsedilmiş hissediyor. İçinde başka şeyler var Noi’nin. Sanki soğuk sadece dışını dondurabilmiş diğer insanlardan farklı olarak, içindeyse bir ateş var.

Bu ateşi kuvvetlendirmek için gereken benzini de benzinlikte çalışmaya başlayan kız sağlıyor. Iris’le tanıştıktan sonra, önceki dönemde içinde var olan belirsiz isyankar düşünceler toparlanıyor ve belirli bir şekil almaya başlıyor. Önceden de var olan o duygu, burada yaşamak boş, sıkıcılığı ve uyuşukluğundan kaçmalıyım duygusu, kendini ortaya çıkarıyor. Okula devamsızlığı had safhaya ulaşıyor ve “arkadaşlarına kötü örnek olduğu için” okuldan atılıyor.

Iris’le tanışmadan önceki Noi’ye belki basitçe tembel diyebilirdik. Ama, geçirdiği değişim bize Noi’nin aslında kabullenemeyen, itaat etmeyen ve razı olmayan kişiliğinin, kısaca özgürlüğünün tembelliğine yol açtığını gösteriyor. Öncesinde de, orada yaşanan hayatın anlamsızlığını anlayabilecek kadar zekiydi, ama bir alternatifin varlığını hayal edebilecek kadar veriye sahip değildi. Şimdiyse sevdiği kızla beraber Hawaii’ye kaçmak gibi bir alternatifin varlığında, oradaki hayatı büsbütün anlamsızlaşmıştır. Hawaii her şeyiyle İzlanda’ya zıt bir cennettir Noi için.

Kaçma planını uygulama amacını hayatının orta yerine oturttuktan sonra, bunun için ihtiyacı olan parayı kazanması gerekiyor. Ama çalışmaya bir gün bile tahammül edememesi gariptir. Çünkü, hayat amacını gerçekleştirmek için çalışması gerektiğinin tamamen farkındadır. Demek ki, Noi’nin içinde en temelde özgürlüğün olduğu, tembelliğinse bundan türediği düşüncemiz tamamen de doğru değil. Özgürlüğe ulaşmak amacı için dahi çalışmaya dayanamaması, tembelliğin de bağımsız olarak Noi’nin kişiliğinde önemli bir yer tuttuğunu gösteriyor.

Özgürlük ve Zeka

Noi’nin üstün zekalı oluşu, bizi özgürlükle zeka arasında doğrudan bir bağlantı kurma aceleciliğine itebilir. Olan bitene karşı, yaşamaya karşı bir bakış geliştirdiğinde, çevresindekilerin yaptıklarının kendine saçma gelmesi, kopuk bir kişilik ve aynı zamanda tahakkümlere de direnen bir itaatsizlik oluşmasına neden olmuş olabilir. Ama bunları ben de ona yüklüyor olabilirim. Yani, çevremizde gördüğümüz tüm ‘uyumsuz’ların, lisede ve üniversitede gördüğümüz derslerden ilgisiz insanların hepsinin zeka ve farkındalık sayesinde bunu yaptıklarını mı iddia ediyoruz?

Bu iddiaya karşı olmak ve tahakkümün kötülüğü temamızı da güçlendirmek adına, bunu şöyle açıklayabiliriz: Uyumsuz insanlar dayatmaların ve şekillendirilmelerin farkında değiller, bir ölçüde farkında olanlar da bunları haksız görmüyorlar, bunun yerine kendilerini hatalı görüp, sisteme ‘uymaya’ çalışıyorlar. Aslında doğamızda bulunan özgürlük isteğinin ‘saygısızlık’, ‘haylazlık’, ‘yaramazlık’ gibi isimlerle kötülediğimiz yansımalarını çevremizdeki insanlarda hayatımız boyunca gördük. Belki okur da öyle bir insandı. Ama, hem biz uyumlular, hem de uyumsuzların kendileri, bunu yanlış ve düzeltilmesi gereken olarak algıladık. Düzeltebildiklerimiz de ‘başarılı’ oldular.

Noi’ninse doğasında bulunan bu özellikleri tam tersine haklı ve uygulanması gereken düşünceler olarak görmesi, onun zekasının ve farkındalığının bir sonucu olmalı. Hedefine ulaşmak için tüm yasa dışılıkları tereddütsüz göze alması, kendini haklı gördüğünü gösteriyor. Eğer yeterince zeki olmasaydı, sistemin bu kadar uzağına gidemeden sisteme uydurulurdu. Zaten, ne kadar yaramaz olsalar da, çocukların ve gençlerin büyük bir kısmının okuldan atılacak aşamaya gelememesi, gelemeden ‘düzeltilmesi’ sistemin törpüleyici unsurlarının ne kadar yetenekli olduğunu gösteriyor. Tabi bu törpüleyici unsurlar, temel anlamıyla törpüleme işini yapmıyorlar, kişilerin sistemi içselleştirmesi için çalışıyorlar. Sözgelimi, müdür öğrenciyi yanına alıp konuşuyor, dersaneler ‘başarılı’ öğrencilere burs veriyor. Bir şekilde zorunluluk algısı oluşan bu kişilerin sistemin meşruluğunu sorgulama aşamasına gelmesi mümkün olmuyor. Lisenin ilk yıllarında haşarılığıyla ün yapmış arkadaşlarımızın son sene ÖSS telaşına düşüp yoğun bir çalışma içine girmeleri buna örnektir sanırım.

Noi sistemin meşruluğuna inanıyor mu bilmiyoruz ama kendi davranışlarını haksız görmemesi, toplumun genelindeki algıyı taşımadığını gösteriyor. Onun sistemle pek derdi de yok zaten, kendini dışına çıkarmaya çalışmaktan başka. Ama, yoğun kuşatmanın altında sistem dışı düşünebilmek, İzlanda’dan Hawaii’ye kaçmayı hayal edebilmek de zeka göstergesi değilse, nedir? Zeki insanın illa da ayrıntılı sistem analizi yapmasına gerek yok, sadece sistem dışı düşünebilmesi bile, bu insanı zeki olarak nitelememize yeter. Onunki farklı bir zekadır belki, ona da özgürlük zekası diyelim, ne çıkar?

Özgürlüğün Getirdiği Zorunluluk

Bir kere, rollerin farkında bile olunmadan oynanmasını hayat olarak kabul etmemeye başladığında artık bir şekilde kaçmak, dışına çıkmak hayat amacı oluveriyor. Burada artık yapılacak şey zorunluluğa dönüşmüştür. Bir kere bu düşünceler kafada yer ettiğinde, bunları unutup hiç olmamış gibi yaşamaya devam etmek çok zor hale gelir. Özgürleşmiş kafa, baskıcı toplumun kendisi için açtığı küçük yeri artık çok komik görmeye başlar. Şiddetli bir iç sıkıntısı ve dayanamama hali. Noi’de kaçma aşamasında olan şey tam da budur. Iris, gelmeyi kabul edecek kadar özgür olamadığında Noi de kaçmaktan vazgeçebilirdi. En azından erteleyebilirdi. Ama, Irisin güçlendirdiği alev artık yangın olmuştur ve Iris kaçış için sadece bir süstür. Kaçışın sebebi olmaktan çok uzaktır. Sadece Noi’nin fikirlerinin oluşumunda bir araç olabilmiştir. Sonsuza dek o köyde çürümeye mahkum olmuştur, hak etmiştir bunu. Özgürleşmiş Noi için artık kaçmak bir zorunluluk olmuştur. İroniktir ki, Noi fazla özgür olduğundan tek bir şeye zorunlu kalmış oluyor. Özgürlüğün getirdiği bir zorunluluğa odaklanma halinin benzerinin harika bir anlatımı ve Noi’nin muhtemel geleceğini merak edenler için Sabahattin Ali’nin “Düşman” öyküsünü tavsiye ediyorum.

Özgürlüğü Anla(ma)mak

Noi’ye duyduğum saygı ve fazlaca özenme yazıdan anlaşılmıştır sanıyorum. Sahip olduğu ‘özgürlük zekası’ ve anlama yeteneğiyle yeni insana epey yakın olduğu söylenebilir. Peki Noi’nin mutlu olabileceği bir yer bulabilir miyiz?

Bütün tahakkümlerin ortadan kalktığı bir ütopyada, ki bunların içine devlet dahil olmakla beraber sınırlı bir kısmını oluşturur, Noi’nin sorunları çözülür mü? İnsanın hayatını sürdürmesi için, öyle veya böyle, çalışması gereklidir. Noi’nin özünde bulunduğunu saptadığımız tembellik ne olacak o zaman?

Ekonomik düzen açısından ortak yaşama dayalı bir komün bile olsa, gençlerin çalışmaya başlamaları her zaman sorunlu bir konu. Sistem eleştirimizde temel noktalardan biri olan, onlarca yıllık eğitim, bu sorunun ilerlemiş halinden ibaret. Çocuklar, hayatlarını sürdürmek için ‘biyoloji’ öğrenmek zorunda olmamalarına rağmen zorla öğreniyorlar, bunu eleştiriyoruz. İnsanlar, neyi niye yaptıklarını, özellikle yapmak zorunda oldukları şeyleri niye yaptıklarını her an sorgulamalı ve bunları isteyerek yapmalı diyoruz. Davranışları, kalıplar belirlememeli, davranışları kişiler belirlemeli diyoruz. Bu durumda, biyoloji öğrenmenin doğrudan hayatla ilgisinin bulunamayışı, eğitimin hayata aşırı yabancılaştığını gösteriyor. Hiyerarşik olmayan bir komünde de bu sorun bu kadar fazla olmasa da, yine de bizi zorluyor. Şöyle ki, çocuklar doğar doğmaz çalışmaya başlamayacaklar. Emekten tamamen uzak geçirilen yıllar sonrasında, çocuğun çalışmaya başlaması gerekecek, tıpkı şimdiki gibi. Her ne kadar bahsettiğimiz durumda ‘meslek’ler şimdiki kadar hayattan kopuk ve hayata yabancı olmayacaklarsa da, yaşamak için yapılıyor olsalar da, bir genç bunun farkına kolayca varamayabilir. Çünkü o ana kadar büyükler tarafından kollanmış olan gence, bir anda çalış denmiş olacak. Bu süreç içinde doğanın neden olduğu zorunluluklar dışında hiçbir insan yapımı zorunluluk olmamalı. Buysa pek mümkün değilmiş gibi görünüyor. Çalışmaya yeni başlayan bir genç, mutlaka bir zorlamayla başlayacaktır. O genç özgür müdür?

Bu noktada özgürlük anlayışımı sorgulamam gerekiyor. Acaba, emeğe yabancılaşma adı altında topyekün emeğe mi karşı çıkıyorum? Yabancılaşma ve zorlama içermeyen emek olabilir mi? Tahakkümleri nereye kadar kaldırabiliriz? Yabancılaşma insanın her türünün temel bir özelliği olabilir mi?

Başa dönüyoruz tekrar…

Bütün Devletler Canidir

Alıntı:
Kara-Kızıl Paris ve CGA 93 (Anarşist Gruplar Koordisyonu)
Ermeni soykırımı yasa tasarısı ile ortak ilgili bildiri
Cumartesi, Eylül 21 2006,


Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar avcı hikayelerine inanmak zorunda mıyız ? Fransız Sosyalist Partisinin Diaspora Ermenilerinin oylarını almak için çıkarmaya çalıştığı Ermeni soykırımını red edenlere ceza öngören yasa en çok Türk faşistlerinin ekmeğine yağ sürerken Anadolu’da yaşayan ve zaten sürekli diken üstünde olan Ermeniler için ise korku dolu saatlerin tekrar yükselmesine aracı oldu. Bu ırkçı ve kafatasçı süreçten en çok başta Ermeniler olmak üzere Anadolu’da yaşayan bütün emekçilerin zarar göreceği aşikardır.

Tarih boyunca efendiler şahlar, sultanlar,paşalar,devletler,patronlar, kendi çıkarları ve iktidarları için milyonlarca emekçiyi farklı dinleri, dilleri, kültürleri bahane ederek birbirlerine kıydırmayı başarmışlardır. Bu tarihi oyunun 20.yüzyıldaki en önemli aracı milliyetçilik ve ırkçılıktır.Her türlü milliyetçiliğe, vatanseverliğe karşı duralım.

Geçmişte yasanmış vahşetleri bir daha asla olmasın demek için tanıyalım ve geleceği geçmise feda etmemek için sınırları, devletleri emeğimizin üstünden yaşayan asalakların saltanatlarını dağıtalım.

Belçika’nın Kongo’da ,Fransa’nın Rwanda’da uyguladığı, kışkırttığı, desteklediği soykırımlar, başka sömürgeci ülkelerin başka ülkelerde yaptıkları vahşetler, her devletin kendi yurttaşları üzerinde uyguladığı kıyım, sürgün, zulüm politikaları Türkiye cumhuriyetinin temellerinin Ermeni kanıyla sulandığı gerçeğini değiştiremez.

Kemalistlerin, bölünmez, imtiyazsız, sınıfsız bir millet hikayelerinden, baştan sona yalana, uydurmacaya, kurmacaya dayalı resmi tarih masallarından uyanışları, ulaşmaya çalıştıkları medeni ülkelerden yaşadıkları düş kırıklığına denk gelince kudurmalarına dikkat edelim.

Her şeyi devlet aracılığıyla ve devlet hükmüyle halletmeye çalışan merkezi Fransız cumhuriyeti şimdi de tarihi gerçekleri yasalar yoluyla güvence altına almaya çalışma kıliği altında bir halkın çektiği acıları politik malzeme olarak kullanmaktadır.

İster Fransız cumhuriyeti olsun ister Türkiye cumhuriyeti ,ister Ermeni cumhuriyeti olsun her devlet tepeden tırnağa bir yalan ve cinayet makinasıdır. Bütün politikacılar onursuzdur Kendi özel çıkarlarından başka gözledikleri bir şey yoktur.Bir halkın uğradığı çektiği acılar ne devletlerin ne de hükümetlerin politik malzemesi olmamalıdır.

Kanlı kıyımlarla dolu devletlerin tarihlerini ancak kendi Özgürlükçü, Vatansız, Milliyetsiz, Sınıfsız tarihimizi bugünden yazmaya başlayarak değiştirebiliriz.

Makinalaşmak yahut Hayvanlaşmak

“ME 200” kodlu makine mühendisliği oryantasyonu sayesinde –şimdilik- iki fabrika gezdim. Fabrika denenin ne olduğunu filmlerden, Atatürk Cumhuriyeti’nin endüstride nasıl geliştiğini gösteren bayram videolarının kısa planlarından ve bunun gibi bir resimden öte bilgi vermeyen kaynaklardan öğrenmiş birisi için fabrika denenin pek bir alamet-i farikası yoktur sanıyorum. Biraz şanslı olanlarımız da pek az şey görmüştür herhalde fabrikaları gösteren belgesellerden, ama azdır bu ne de olsa belgesel, ele aldığı konuyu ne kadar marifetli ellerden çıkmış olursa olsun sizin ilginizi çekebilecek şeylerin çoğunu ilgisiz bulabilir ve dahi kaçınılmaz olarak buluyordur. Ancak biçilmiş kaftanlarımızın bize verdiğinden daha ötesini nadiren görmeyi isteyen bizlere bu sıkıcı konuyu aktarmamın kanımca önemli sebepleri var. Sosyalizm hakkında az şey bilen önyargısız birini kolayca sosyalist yapabilecek, sosyalizm hakkında oldukça mütevazı bir birikime sahip olanların aklına bin türlü suali kolayca yerleştirebilecek bu yerler kanımca sosyalizme dair konuşulanların merkezinde olmayı hak edecek kadar bize uzak enteresan bir dünya tekvin eder. Buradaki tüm bahsim emekle ve sosyalizmle ilgilidir.

trrrrum,
trrrrum,
trrrrum!
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!

Fabrikaya girmeden bir uyarı. İşçilerle konuşmak yasaktır. Hatta rehberimizin garip espri kabiliyetiyle söylemek gerekirse “İşçilerle konuşmak tehlikeli ve yasaktır” . Yanınızdan geçen ve üzerindeki tulumun rengiyle sizden ne kadar aşağı olduğu belirlenen emekçilerle bir şeyler konuşmaktan aniden men oluyorsunuz. Ama ne gam? Sanki bu yasak olmasa rahatça konuşabileceksiniz. Daha kapının içinden girer girmez çeşitli periyotlarla değişik makamlarda trrrum trrrum eden onlarca makinenin oluşturduğu zevksiz senfoni zaten bir süreliğine kulak duyunuzu neredeyse sıfıra indirirken, bağırmadan kendi sesinizi duymanızı engelliyor. Kulaklara olan baskıya katlanmak alışılacak gibi değil, koca koca kütleleri küçük parçalara ayıran dev makineler sizi savuracak kadar ses yayıyor, periyodik olarak. Başta şanslıysanız tiner kokusu alıyorsunuz ama çabuk geçiyor çünkü birkaç adımdan sonra etrafa yayılmış makine yağı zaten koku alma duyunuzu önce bitap edip sonra bir güzel yoruyor. İlerledikçe yanmış gres yağı ile tanışıyorsunuz. O anda artık size meydan okuyabilecek bir tek yanık kokusu kalıyor.

beynimden, etimden, iskeletimden geliyor bu!
her dinamoyu
altıma almak için çıldırıyorum!
tükrüklü dilim bakır telleri yalıyor,
damarlarımda kovalıyor
oto-direzinler lokomotifleri!

Ama koku ve ses pek bir şey değil. Hareketli sistemlerden geçen bilmem kaç derecede işlemeye hazır metal kütleleri, bu kütleleri bu sıcaklığa olabildiğince önce ulaştırma gayretindeki devasa fırınlar, çoğuna soğuk bir alet gibi gelecek CNC tezgahlarından çok daha soğuk,devasa ve gürültülü bilmemneleme tezgahları ve bu tezgahların arasına konmuş tek tük masalar… Masalar ne için mi? İşçinin çay saati tabi ki. Yan yana oturulur sigaralar yakılır çaylar yudumlanır, korkunç metal yığınları arasında. O an çay içen eller az önce aşırı derecede kızmış bir demiri tutan maşayı tutuyordu. Ötede birileri hatalı imal ihtimali bulunan serideki parçaları elleri ile kontrol ediyordu tek tek. Bir tanesi tezgaha yerleştirdiği parçanın imal sürecinde “fatigue” olması üzerine bir sürü mekanik kolla donatılmış tezgahın içinde sorunu bulmaya çalışıyordu. Kimisi aralarında geziyor işi aksatanları önce bir güzel paylıyor sonra bölüm görevlisi mühendise malumat veriyordu.

trrrrum,
trrrrum,
trak tiki tak
makinalaşmak istiyorum!

Sanıyorum mühendislik zekası “Önce iş güvenliği” tabelasıyla “Önce kalite” tabelasını yan yana asmaktaki çelişkiyi görmeye kifayetli değildi. Ses yalıtımı oldukça iyi yapılmış ofis kısmında işçinin çay makinesinden çok daha fonksiyonlu çay-kahve makinelerinden aldığı kahveyi bunları kafasına takmadan içiyordu belki de. Zaten işin teorisini bilmekten başka pek bir iş bilmiyor, dolayısıyla ufak tefek arızlar ve alışılmamış ürün siparişleri dışında pek işe yaramıyordu seri üretim mühendisleri. Zaten ellerindeki tezgahların bir çoğu sürekli olarak tek fonksiyonlu çalışıyordu, farklı boyutlardaki ürünler farklı makinelerde teoriye gerek duymadan üretiliyordu.

mutlak buna bir çare bulacağım
ve ben ancak bahtiyar olacağım
karnıma bir türbin oturtup
kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!

Bir kısmının asgari ücretle çalıştığını, çoğunun maaşının asgari ücret cinsinden ikiye varamadığını bilerek ve mühendisin aldığı maaşın aşağı yukarı on asgari ücrete geldiğini öğrenerek ayrılıyorum fabrikadan. Bir anda çıkıyoruz dışarı, bir anda kesiliyor muazzam gürültü. Kendi sesimi, biraz garip bir şekilde olsa da, duyuyorum. Bir anda huzura kavuşuyor akabinde korkunç bir baş ağrısı hissediyorum. Sendikaya çay saati için teşekkür ediyorum. Ve uzaklaşıyorum kötü bir otobüsle bu tuhaf alemden, Nazım Hikmet’in şiirini daha iyi anlayarak.

trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!



Marks kaçınılmaz gördüyse devrimi kastı daha gürültülü makinelerle daha az iş güvenliğiyle ve oturup çay içecek masa bulamayarak karın tokluğuna çalışan işçilerden bahsetmiş olmalı. Nazım Hikmet’in kastı da serileştikçe insanı makineleştiren seri üretim olmalı. Hakikaten devrimci olmamak için ne sebep var, bu kadar makineleştirilmişken. Tezgahların gürültüsü sussun, sussun da emekçinin sesi duyulsun.

Ne yazık işler böyle yürümedi zamanla. Hatta işçiler kamuda çok güzel maaşlarla hiçbir şey üretmediler ülkemizde mesela. Sendikanın devrim karşıtı etkisi dedikleri bu olsa gerek. Tabi özelleşmeye başlayınca her şey, devletin eliyle konmuş sosyal güvenlik yasalarıyla baş başa kaldı sonuçta bu ülkenin işçileri de. Fakat bir had olmalı. Bir refah haddi. İşçiye öyle şeyler sunulmalı ki kör karanlık madenlerde, dev canavarlarıyla seri üretimde çalışanlar korku tünellerini terk etmesin.


Daha önemli bir mesele de var. İşçi on saat çalışıyor, memur da. Hangi sosyalist düzen bunlara farklı ücret sunuyor? Bir işçi basit bir banka çalışanıyla aynı derecede yıpranıyor aynı şartlarda çalışıyor da mı biz ikisine de eşit ücret verilmeli diyoruz? Eğer işçi az önceki refah haddine benzer bir karşılık almazsa böyle bir düzende işçi olmaya neden devam etsin? İnsanlar neden dev canavarlar arasında birkaç fonksiyonlu makinelere dönüşsün? Neden makineleşsin?

Anarşiyi düşünün hele, o gürültünün devam etmesine imkân yok. Bir güç de yoksa üzerinizde neden işçi olasınız neden makineleşesiniz? Teknoloji, yani örneğin şofben, çamaşır makinesi, uçak, otobüs, tost makinesi, her türlü ısıtma sistemi, birçok sulama sistemi içinde cıvata olan rulman olan somun olan ve buna benzer seri üretim malzemesi olan her şey üretildiği müddetçe birileri daha az özgürlük sahibi olacak. Ve mesele yalnıza seri üretim değil. Çünkü onlar bizim için bir şey yaparken biz de onlar için bir şeyler yapıyoruz ya, yani toplum oluyoruz ya eşgüdümü koruyoruz ya, işte böyle oldukça birileri pis işleri yapmak zorunda kalacak ve biz ona en fazla adalet getirebileceğiz kendi tanımımızla tam eşitlik, özgürlük falan değil. Yahut hayvanlaşacağız başka yolu yok…

Ardışık Yazıların Şaşkın Dördüncüsü

Uymak ne sihirli kelime…

İlk kez aşık olmuyorum. Daha önce de benzer bir şekilde aşık olmuştum ne var ki, o seferde platonik olmadan öteye gidemedim.

Sonraki görünürde başarılı ilişki girişimlerim tıpkı önceki gibi bir aşık bulabilince mutlu olacağımı sanmama neden oldu. Ama gerçekler öyle bir hale getirdi ki beni her şeyimle titriyorum şu an. Elimde ya yok saymak ya da ucu görünmeyen bir yasa merhaba demek var.

Halbuki öyle güzeldi ki hayallerim.



Üç ay oldu otobüste tanıştığımız günden bu yana. Tüm ruh halimi sanırım bir daha ulaşamayacağım mutluluk seviyesine taşımıştı o gün ve sonrası ve birbirimize bağlanmamız. Sanki cinsel istekle dolu iki ergenin bir anda tutuşup birleşmesi gibi daha ilk görüşmemizin ardından birbirimizi sevmeye birbirimiz koklamaya başladık.

Bir kadın vücudunun beri bu kadar etkileyebilmesini yalnızca cinselliğe bağlamak körlük olur. Ben onda, ona hediyeler alacağım, sabahlara kadar konuşacağım, birlikte ağlayacağım, tenimiz kızıllaşıncaya kadar sevişeceğim kızı gördüm.

Ki bana bunu biri anlatmıştı. Kızın kendisini sevdiğimizi sanırmışız ama aslında aşık olduğumuz onun tanımadığımız karakterine ve bir anlık da olsa hayran olduğumuz dış görünüşüne giydirdiğimiz karaktermiş. Giydirmek…

İlişkimizin ilk ayına baktığımda hayallerimden apayrı ama hayallerimdekinden de mutlu anlar hatırlıyorum. Belki ilk zamanlardaki sinir bozucu sessizliğimiz o “biri”nin savını destekliyordu ama ben aramızda hiç de dediği gibi olmayan bir uyum olduğunu düşünüyordum.

Uyum ne sihirli kelime hakikaten... Özellikle gülerken saçları ona çok uyuyor. Konuşurken de dudaklar, bakarken gözleri… Tüm duruşunda açıklayamadığım ama göğüs kafesimin içinde bir yanma hissi oluşturan bir uyum var.

Bazen, sık değil ama bazen, ona yakışıp yakışmadığımı düşünürdüm. Her haliyle benim gibi biriyle olmaktan fazlasını hak ediyor gibiydi. Ona çok fazla değer verdiğimi düşünülebilir ama aşkı acı çekerek öğrenmiş ve sonra bu tarafta hiç mutlu olamamış birinin bulduğu aşkı mutluluğu böylesine tabulaştırması doğal değil mi?

Tabi tüm bu dediklerim o sihirli o güzel o uyumlu bir ay için.

Onda değişiklikler olduğunu ancak bir olay neticesinde öğrenebildim. Başarısız sevda girişimlerimden biriydi Jülide. Bizim bölümden hala çok iyi tanıyamadığım bir kız. Kendisi için hiçbir çekince duymadan sadece şımarık diyebilirim ama on beş gün kadar birlikte zaman geçirmemize rağmen hangi film türlerini sever onu bile bilmem. Onunla bir yere oturduğumuzda, hatırladığım tek şey, bol kalorili yiyecekler alıp bölümümden herhangi bir insanla yapacağım en lüzumsuz konularda konuşup sıkılınca onu bunu çekiştirmemiz. Daha doğrusu o çekiştirir ben dinlerdim. Sonra beni terk etti. Ama ortada terk etmekten ziyade bir uyuşamama durumu olduğunun o da farkındaydı. İlişkimizden sonra bana tavrında bazı tuhaflıklar oldu. Sanki kendine çeki düzen versen de yeniden başlasak der gibi. Ya da bilmiyorum asıl konudan uzaklaşmak için yazdığım bu kısımları sırf sürdürmek için gereksiz tahminlerde bulunuyorum sanki.

Benimki bir gün bana gelip Celil’in kendisine meyilli olduğunu söyledi. O anı hatırladım da şimdi, “uyum güzelliği”m bana en yakın arkadaşımın kendisine karşı duygusal bir şeyler beslediğini söylüyor. İlk anda çok tuhaf bir şekilde kıskanma duygularım birikti. Tuhaf çünkü ne ortada bir olay vardı ne de Celil o karakterde bir insandı. Aklımı topladığımda kendimi daha da kötü hissettim. Çünkü doğruysa kötü yalansa çok daha kötüydü. En yakın arkadaşım hakkında iftirada bulunan bir kızla ilişkimi nasıl sürdürebilirdim? Gittim Celil’le baş başa konuştum. Beni sakince dinledi ve böyle bir şeyin olmasından şüphe etmemin bu kıza ne kadar bağlandığımı gösterdiğini söyledi. Bilge ve karakterli olmak için mi doğdu ki bu adam? Daha sonra benimkiyle Celil’i yüzleştirdim. Kulağa kötü bir hamle gibi gelebilir ama bir sevimsizlik olmadan böyle bir şeyin olmadığını Celil gayet ikna edici bir şekilde anlattı. İşin güzel yanı korktuğum gibi bu benimkinin bir iftirası değil Jülide’nin iftirasıydı. Artık Jülide bu kızın aklına nasıl girmiş bilmem. Ama sonuçta olay tatlıya bağlandı. Benimki bir süre Celil’e karşı çekingen davrandı tabi. Bu arada Jülide’yi üçümüz de defterden sildik. Tüm bu çocukluktan sonra Celil benimkinin ne kadar iyi olursa olsun kız olduğu bu tip iftira dedikodu durumlarının onların mayasında olduğuna dair garip şeyler söyledi. Bu konuşma pek hoşuma gitmemişti ama olayı daha da uzatmak istemedim. Hakikaten çocukluk…

Peki sonra ne oldu? Bu sabaha kadar olan biteni hatırlayamıyorum



İroni

Celil’in yaklaşık bir saat önce kulağıma eğilip dediği buydu.

Celil, ben ve o, üçümüz, bir kafede gireceğimiz filmin seansını bekliyorduk.Öylesine konuşuyorduk, nasıl olduysa artık, konu ne kadar az baş başa kaldığımıza geldi. Celil bununla ilgili bir filmden bahsediyordu sanırım. Sonra ben dönüp sormuştum. O an öylesine sorduğum sorunun bana Celil’e fazlalık muamelesi yapmaktan başka bir sorun oluşturmayacağını düşünmüştüm. Ancak öyle olmadı.

Bir anlığına lavaboya gittim, geri döndüğümde ikisinin kahkahalarla bir şeyler konuştuklarını fark ettim. Durdum. Onları izledim bir süre. Celil’in yüzünü göremiyordum ama benimkisin yüzü öylesine canlıydı ki. Adeta otobüste ilk tanıştığımız zamanki gibiydi. Aniden bir huzursuzluk sardı bedenimi. Vesveseye kapılmış biri gibi hemen kovmaya çalıştım bu huzursuzluğu kafamdan. Masaya döndüm. Ama içimdeki huzursuzluk geçmemişti. Garip bir kıskançlık gene tüm bedenimi kaplamıştı. Her gülüşünde bir art niyet arıyordum. O kadar hızlı gelişti ki bu, aynı gülüşlere on dakika önce mutlulukla şimdi ise büyük bir huzursuzlukla bakmam vücudum titremeye başladı. Şimdi biraz sakinken ancak fark edebiliyorum ki bir anda bütün vücudumla oluyormuş gibi görünene karşı tepki gösteriyordum

Gittiğimiz film amerikan animasyon dizilerinden birinin, en sevdiğim sevdiğimin, uzun metrajlısıydı. Bu filmleri diğer filmler gibi heyecanla izlemesek de katıla katıla gülerdik. Katılmak bir yana yüzümdeki soğuk ifadeyi bile atamadım.

Girdiğim en sıkıcı filmde bile bu kadar sıkıntıyla antrakt olmasını beklememiştim. Antrakt olduğu gibi kendimi dışarı attım. Bahanemin hastalık olduğunu davranışlarımla belirterek gidiyorum dedim. İşte tam ayrılırken Celil kulağıma eğilip bunu dedi.

İroni

Ne demek istediğini anlamaya niyetli değilim.

Şaşkın Ardışık Yazıların Üçüncüsü

İhanet çok garip bir kelime… Filmlerde, kitaplarda ve tüm yaşadıklarımızda en fazla alay ettiğimiz, bazen, doğru, muhteşem karakterleri düşürdükleri konum için çok kızdığımız, ama sonuçta “bize uğramaz” dediğimiz…

Hiç ihanete uğramadığımdan ihanetle çok dalga geçişim şimdi beni biraz rahatsız ediyor sanki. Çünkü ben ilk kez ihanet eden olmakla karşı karşıyayım. Fakat etrafımda kimse benim için böyle bir şey diyemez kaldı ki ben içimde göremiyorum bunu.

Benim gibi biri ihanet etsin. Hâlbuki kim benden iyi bilir yalnızlığı. Son zamanlarda yaşadıklarım beni şaşkına çevirmiş olabilir.

Kimi kandırıyorum okuyucuyu mu? Sanırım onun sevgilisi olamamış ama onunla aralarında ilişki olmuş biriydi, Jülide.Beni Celil’in bana aşık olduğuna inandırmıştı. Ben de… Aman yarabbi şu saçmalığa bakar mısın, aklıma gelince delirecek gibi oluyorum. En iyisi unutmak bu olayı, nasılsa tatlıya bağlandı…

Belki de çok tatlıya, benim Celil’le ilişkim birlikte tiyatroya gitmekten ibaretti üç hafta öncesine kadar. Sonra bir gün üçümüzün gideceği bir Flamenko konserine, o hastalanıp gelemedi ben Celil’le gittim. Şu dünya üzerinde sanmıyorum benden başka biri olsun, sevgilisinin arkadaşına sevgilimin değer verdiği biri gözüyle bakmaktan başka bir tavır takınmayacak kadar sadık. Kaldı ki Celil tanıyıp tanıyabileceğim en efendi insan. Efendi dediysem süte sabuna karışmayan manasında değil. Nerede neyi nasıl ne kadar yapmasını bilen biri. Bundan öte hala inancı olan tek ortak arkadaşımız sanıyorum onla benim. Ortak mı? Ben kendime çeki düzen vermeliyim. Celil için gereksiz bir arkadaştan başka bir şey değilim, olamam da.

Peki neden ben tüm bu laflarıma rağmen, pek de fena olmadığım bir derste ısrarla Celil’den ders almaya çalıştım. Ben böyle biri miyim?

Celil, enteresan birisi… Siyaset konuşmayı sevmez, başkalarının ardından konuşmak konusunda takıntıya varacak kadar tutucudur. Öte yandan bu yaşında sinema tarihinde adı geçen bütün filmleri izlemiş neredeyse. Ama sinema bilgisi değil başka bir şeyler var beni çeken. O konuştuğunda herkes susar. Ve herkes ona saygı duyar. Benim tüm bu basitliğimi, işte bakın Celil’e vurulma bahanelerimdeki o iğrençliği asla taşımaz.



Asıl sorgulamam gereken onunla ilişkim.

Çok da güzel hissediyordum yanında. Daha ötesi konuşacak ve kapris yapacak birileri vardı. Tüm geçmişimin sessizliği bir anda kaprislere dönüşmüştü, bu doğru. Hiç keşfetmediğim bir yolda yeni arkadaşlarım oluyor dahası hakikaten beni seven birinin varlığını hissediyordum.

Sorun bu kadar hızlı değişmem. Son zamanlarda far bile sürüyorum. Çok iyi hatırlarım, halbuki, mor far süren kızlara içten içe duyduğum nefreti. Hiç sahip olamadığım şeyler bana olmadık şeyler yaptırıyor.

Biraz düşünüp geçmişimi geleceğime bağlamak istiyorum. Ne mutlu ki hala kendimle baş başa kaldığımda saçma sapan şeyler yapmayan bir taraflarım var. Beni lanetlediğim kimseler, karakterler olmaktan koruyor.



Bakın ben hayallere kendimi beğendirmeye çalıştım bir süre. Ergenliğimi ve ergenlik sonrası ilk yıllarımı gereksiz ve çok saçma ders tutkularına hırsa, siz bilirsiniz, boşa kelime harcatmayın bana, böyle abuk şeylere harcadım. Bu durum lisede de en sıkıcı haliyle giderken bir gün olmadık bir şey oldu. Sınıfta saçma sapan muhabbet ettiğim ve sınıfın gıcık inek kızı rolünü oynayan kız, bir trafik kazasında öldü.

İlk zamanlar çok bir şey hissetmedim. Cenazesinde onunla yaptığımız aptalca şakalar aklıma geldiğinden televizyonda cinsellik gören çocuklar gibi, -hey be benzetmeye bak ben neden yazıyorsam- kıkırdamaktan kendimi alamıyordum. Sonra zamanla bir şey fark ettim sınıfımda kimse onun eksikliğine üzülmüyordu. Bu bir önemsememe hali değildi, düpedüz “iyi ki kurtulduk” haliydi. Bu durum beni çok garip etkiledi başta. Zamanla buna da alışır gibi oldum. Öyle ki eskisi kadar ders bağımlısı bir kız olmamanın nedeni bu hal değil, o kızın şaşırtıcı etkisinin kalkmasıydı. Sonra bir gün, hiç hatırlayamadığım bir sebeple sınıfın aşırı süslü kızlarından biriyle kavga ettim. Tam olarak ne dediğini hatırlayamıyorum ama tıpkı ölen kız gibi olduğumu kimsenin beni sevmediğini söylemiş ve benim asla kendisinin sahip olduğu gibi bir çevreye sahip olamayacağını eklemişti.

Elbette böyle bir çevreye nefretle karışık isteğim önceden de vardı. Ama o kavgadan sonra bu bir takıntıya dönüştü. Onların her şeyiyle kafamda dalga geçiyor ama onlar gibi teneffüste gülüşmek için can atıyordum. Derslere bakışım değişmemişti ama yine de bir önceki durumuma göre çok daha az çalışıyordum.

Üniversiteye girdiğim yaz, okuduğum okuldan mezun olmuş bir akrabamızın evinde birkaç gün kaldım. Doğrusu şu an size nasıl olduğuna dair bir hikaye bile yazarım bu üslup sevmez üslubumla, yalnız laf aramızda olayları eskisine göre daha az bir yavanlıkla anlatıyorum. Benimle ilgilenen bekar 25 yaşında bir erkek, kafamda tüm o özendiklerimden daha üst bir yerlerde olması gerektiğine inandığım bir kişi, çok yakışıklı değil ama sırf konumundan dolayı alabildiğine karizmatik… Bence ilk ve tek platonik aşkım daha önceki saçmalıklar değildi oydu.

Tüm hayata bakışımı değiştirmişti bir anda. Derslerin yalnızca bir araç olduğuna, önemli olanın sosyal zenginlik değil entelektüel zenginlik olduğuna dair düşüncelerim özenme ve kopyalama yoluyla bu zamanlar oluştu. Tabi sonra bu yaz hikayesi bitti okula başladım ve daha üç ay geçmeden evlendiğini duydum. Salak o yaşta niye evleniyorsa?

Onu unutmam pek bunalımlı geçmedi. Üniversite ortamında onun etkisiyle birçok şeyden kaçındım belki ama onun düşüncelerini artık onun düşünceleri diye değil de, kendim tutarlı bulduğum için kendi kendime savunmaya başladım. Bu geçiş sürecinden sonrasını anlatmasam daha iyi. Çünkü henüz anlatabilecek kadar anlayamadım o dıştan ukala içten daha ukala halimi…

...

Öf gene ne çok şeye girdim. İhanet ne de garip bir kelime.

Kimse bana onun kadar değer vermedi. Otobüste tanıştığımız o günden itibaren bana o kadar iyi davrandı ki. Arkadaşın bana asılıyor dediğimde “Başka biri söylese inanamam ama sen…” demişti. Aynen böyle. Tanrım ne çocukça bir olaydı.

Bana şunu veremedi diyemem ki kendimi savunmak için. Daha da iyi mi davranmalıydı bana.

Peki niye hala o bana öylesine bir insan gelirken Celil ileri bir aşamada daha yukarıda gibi görünüyor?

Tanrım ihanet ne garip kelime…

Anomi Anarşiye Geçişte Supaptır

Bildiğimiz bir hikayeden başlayalım. Yunanca “-ın olmaması” anlamına gelen “an” kelimesi ile hükümdar, otorite sahibi anlamına gelen “archos” kelimesinin birleşmesinden gelir anarşi kelimesinin kökeni. Benzer şekilde anomi kelimesinin kökeni de az önce açıkladığım “an” kelimesi ile kanun, kural anlamına gelen “nomos” kelimesinin birleşmesinden gelir.Anarşi tanımına benzer şekilde anomi de kuralların, kanunların olmadığı bir hali anlatır.

Ünlü Fransız sosyolog Emile Durkheim “anomi” kelimesini toplumsal kurallardan kopma anlamına gelen ve toplumun değerlerine yabancılaşma sonucu oluşan bir hastalık olarak tanımlarken kelimenin özüne sadık kalanlar bunun bir hastalık değil de başkaldırının sonucu oluşan bir bunalım olabileceğini de söylediler. Tam bu noktada anarşistlerin şiddetle reddettiği bir kanı oluştu. Anominin anarşizmin bir bileşeni veya önkoşulu olduğuna dair. Anarşistlerin reddetmesinin nedeni anominin kanuna, anarşininse kanunu uygulayana karşı çıkmasıydı. Arada hakikaten önemli bir nüans var. Eğer kurallara topyekûn karşı çıkılırsa bu eşgüdüm denen karşılıklı onayla oluşan ve birey olarak yaşayamayan insanın toplumsal yapıdan faydalanmasını sağlayan yapıyla da karşı karşıya gelinecekti. Zira anomi tanımlarında eşgüdüm de bir kurallar zinciri kabul ediliyor ve anomiye referanslarda “discordianism” denen eşgüdümsüzlük dini çok sık geçiyordu. Bu uzlaşamama durumunun altında neyin kural olup neyin olmadığından ziyade anarşinin iktidarın olmadığı ancak toplumun birlikte hareket ettiği bir düzen olarak tanımlanmasının karşısında anominin bireylerin toplumdan ve kurallarından tamamıyle kopması sonucu oluşan bir hal olarak tanımlanması yatıyordu.Bu kısa yazı bu uzlaşamazlığın altını kazımayı amaçlamaktadır.

Anominin nedenleri konusunda farklı gruplar farklı fikirler belirtirken anominin tek bir nedeni olmadığı düşünülürse hepsinin doğruluk barındırdığı kabul edilebilir. Durkheim anominin toplumun çok büyük bir toplumsal değişim sonucu girdiği tepkisel bir hal olduğunu söylerken yukarıda bahsedilen eşgüdümsüzlük dini taraftarları anomiyi farklı nedenlere bağladı. Dinin kutsal metni “Principa Discordia” yani Eşgütmeme Prensibi’nde yer alan “Law of Eristic Escalation” yani Eristik Artış/Patlama/Tırmanma Kanunu’na göre düzen diretmesi/dayatması arttığı müddetçe düzensizliğe eğilim tırmanır – bu noktada kanunun termodinamiğin ikinci kanunu ile benzerliği dikkat çekicidir-. Discordia dinine göre anomi toplumun kanun/kural dayatmaları sonucu ulaştığı bir devrim sonrası patlama halidir. Anomi halinde toplumun kurallara güveni kalmamış ve her türlü kural bireylerce reddedilmiştir. Dikkat edilmesi gereken nokta anominin toplumun tamamında gerçekleşmek zorunda olmadığı ve anomi halinin gerek halk dilindeki anlamıyla gerek asıl anlamıyla fazla kaotik bir ortam oluşturacağıdır ki halk dilindeki kaos kelimesinden muzdarip anarşistlerin anomiye kendi görüşlerinde yer vermemelerini sırf buna bile bağlayabiliriz.

Anarşistlerin tahakkümü durdurma mücadelesinde topluma kelepçelerini göstermeleri şarttır. Çünkü tahakkümün farkına varan birey başka hiçbir şeye gerek duymadan tahakkümü yapanlara ve düzene karşı tutum alacaktır. İşte bu kelepçeleri fark etme durumu topluma tıpkı iktidar odaklarının baskıları gibi kuralların da zincirleyici olduğunun anlaşılmasına neden olur. Bu noktada elde edeceğimiz hal anomidir. Anomi halinde toplumun durumu oldukça ön görülemez ve bunalımlı olacaktır. Yanlış anlaşılmaları engellemek için burayı biraz açalım. Anarşiye geçiş sürecini incelemek için kölelik durumunu ele alalım mesela. Köleler köle doğdukları için köle oldukları düşüncesinin sakatlığını görüp köleliği özgürlüklerinin ihlali olarak gördüklerinde anarşiyi arttırmak için tavır alacak ve nihayetinde prangalarından kurtulacaklardır. Ancak uzun süredir uydukları kuralları bir anda yok saymaları o anki özgürlük durumlarını bir devrimin meyvesinden ziyade bir bunalım hali olarak görmelerine neden olur. Bu anomi halinin bunalımlı olma nedeni toplumun yeni kurallar koyup koymamakla ilgili sorunlarından kaynaklanır. Kuralların yıkılmasıyla oluşan anominin getirdiği bunalım sert ve tehlikeli bir iktidarsızlık halinin oluşmasını engelleyecek ve, kuralsızlığın rahatsızlığı, zaten kurallara cephe aldıkları için, tam da kaldırabilecekleri ve gerek duydukları ölçüde kural konulmasıyla aşılacaktır. Bu kurallardan hiçbiri toplum için gereksiz değildir ve bu kuralların bir tanesinin dahi uygulanmaması daha sert bir iktidarın oluşmasına neden olacaktır. Kuralsızlığın kural oluşturması yani anominin bunalımlı durumu anarşi için bir geri adım olarak görülmemelidir aksine; anomi anarşiye geçişte başarısız ve tehlikeli hareketleri engelleyecek bir supap, anarşiye geçiş sürecini koruyacak ve termodinamiğin ikinci yasasında olduğu gibi daha fazla bir düzensizlikte dengenin uzun vadede korunmasını sağlayacak bir etmen olacaktır.

Ardışık Yazıların Umutlu İkincisi

Uzun zamandır bir şeyler karalamamama rağmen bugün yaşadıklarımın bana bir şeyler yazdırması gerektiğini düşündüm az önce. Elime kâğıdı kalemi aldığımda, daha sık yazdığım zamanların tanıdık hislerinden öte, daha da aşina olduğum bir heyecan hissettim göğüs kafesimde. Kafamda dizeler uçuşuyor şu an, kimi tanıdık kimi heyecanımın neticesi… Nasıl yazıyor bunlar dediğim bir sürü şairde, yazarda, artık bir fevkaladelik göremiyorum. Daha önceleri, çok önceleri de böyle şeyler hissettiğim olmuştu fakat şimdi ilk kez o duyguları kâğıda dökecek kadar yetkin bir dışavurum kabiliyetiyle kâğıda kaleme sarılıyorum.

Bizim buranın ikliminden ve bir de genetik özelliklerinden – ne kadar çirkin bir sözcük şu “genetik”- olsa gerek etrafta çalı gibi sert, dalgalı saçları olan kızlara sık rastlanır. Göz rengi siyah veya siyaha yakın renklerde, ten rengi elbette ki göreceli olarak koyu, kimisi resmen esmer kimi buğday tenli… Daha birçok açıdan birbirine benzer bu kızlar ve ortak birçok ayrıntı bulunabilir ancak ben ayrıntılara hiç girmeden, bana bu yazıyı yazdıran kızın ayrıntılarından söz etmek istiyorum.

İlk göze çarpan özelliği aynı zamanda en çirkin görülebilecek özelliği, yani kısalığıdır. Yanımda kısa kaldığını ilk fark ettiğimde, içimde bu yoğunlukta bir şeyler kıpırdamadığından bundan rahatsız olduğumu aniden hatırladım az önce. Fakat şimdi gözümün önüne gelen halinde kısalığı bile fiziksel karakterinin tamamlayıcı bir unsuru gibi geliyor bana. Özellikle minyon yüzünde, hakikaten küçük burnunda ve Japon çizgilerindeki kız ağzı büyüklüğündeki ağzında apaçık bir şeyler var, benim gibi onu keşfetmeye çalışanlara karakterinden ipuçları veren. Ve bu keşfin en güzel noktası, kulakları, şaheseri tamamlayan onu o yapan... Kitaplardaki tasvirleri gazete okur gibi okuyan biri için kulak tasvir etmek zor olsa da bu satırları tekrar okuduğumda en beceriksiz tasvirimin bile o tamamlanmış o yerli yerine oturmuş o ne bir eksik ne bir fazla görünümünü daha silik kılmayacaktır. Yine de kulaklarını ilerideki bana daha güzel anlatmam gerektiğine dair bir his var içimde. Sanıyorum ilerideki benden ziyade şu anki benle ilgili bir durum bu.

Kulak memesinin biraz daha büyük olmasının tüm o halini nasıl da çirkinleştireceğini bir an düşününce fark ettim ki; özellikle küçük bir küpe deliğinden başka pürüzü olmayan kulak memesinin boyutu tüm kulağı için vazgeçilmez. Daha vazgeçilmez olansa kulağının üst kısmı. Öyle ki sanıyorum biraz daha dışarı doğru olsa beceriksizce çizilmiş bir uzaylı tasvirine çevirebilirdi yüzündeki mükemmel uyumu.

Evet işte aradığım kelime, uyum. Karakterine bu kadar uyan başka bir görünüm olabileceğini sanmıyorum. O kadar uymuş ki her şeyi her şeyine, bir ara heves ettiğim Nietzsche’nin söylediğinin aksine bir tanrı olmalı. Ve onu yaratmak için iyi çalışmış olmalı.

Yürüyüşünde, elini saçına götürüşünde hatta güzel bir filmden bahsetmek üzereyken o tatlı heyecanıyla aniden dalgalanan sesinde bana uyduğundan emin olduğum harika şeyler var. Sanki uzun süredir kafamda beni olmadık zamanlarda rahatsız eden yüzü olmayan bir hayali güzelin bütün her şeyi onda belirmiş. Zevklerimizin, fikirlerimizin ve hatta dünyaya bakışımızın tıpkı birbirimizden beklediğimiz gibi olduğunu anlamak için toplamda yaklaşık yarım saatlik bir konuşma çok bile.


İşin çabucak unutulacak ve dolayısıyla ve ivedilikle yazılması gereken kısmı ise hikayesi. Her zamanki gibi otobüste eve giderken önüme bakıyor ve bir kısım anlamlı düşünceli bir kısım anlamsız düşüncelerle kovalıyordum. Neden sonra yanımdaki kişinin elinde tanıdık bir kitap olduğunu gördüm. O an onunla konuşmam ise tanımadığım insanlarla rasgele konuşma zorla edinilmiş alışkanlığımın hiçbir olağan dışı eyleme mahal vermeden ortaya çıkmasıyla gerçekleşiverdi. Tabi şu an onunla konuşmamış olsa idim ve buna rağmen bu duyguları hissediyor olsa idim aynı rahatlıkta konuşamazdım sanıyorum. Her neyse laf lafı açtı otobüsten inip ayrılana kadar sohbet ettik. Genelde filmlerden söz ettik. Çok net hatırladığım Yurttaş Kane ’in abartılı ve gereksiz bir film olduğuydu. “Ne var yani sadece basit bir kızak!..” demişti. Sonradan binmiş ayakta birisi bu lafı üzerine “Siz ne anlarsınız ya” gibi bir bakış atmıştı. Birbirimize bakıp çok ses çıkarmamaya çalışarak gülüşmüştük. Sanırım ilk kez o an fark ettim yüzündeki uyumu.

Birbirimizin telefonlarını aldık. Olanların muhteşemliğini kafamızda tekrar tekrar canlandırmak üzere ayrıldık. Eve geldiğimde sevimsiz şimdi ne olacak sorusu birkaç dakika kafamda dönse de bir şeyler yazarak tüm günü tekrar yaşamak fikri hemen sevimsiz fikirleri kafamdan uzaklaştırdı. Tabi şimdi onları anarak tekrar davet etmiş oldum bu küçük şeytanları, kendi fikir odalarıma. Varsın olsun ben hala mutluyum.

Daha nasıl anlatılabilir hayal edemiyorum. Sırf uysun diye yazıyorum ben bugün yaşamayı seviyorum. Sırf tüm benlime duyurmak için yazıyorum ben seviyorum…

Anarşizmde Birey Özgür Müdür?

Bebek doğdu ve biz onu şekillendirdik. Bir kere en büyük hatamız ona bir çevre sunmak oldu. Anne diye bir şey olmalıydı sütle beslemeliydi bebeği. Anne bebeğin çevresinin bir parçası olmadan, dolayısıyla onu değiştirmeden bebeğe süt vermeyi beceremedi. Dahası baba denen şey anneyi bu sıkıntılı dönemde, annenin bebekle olan işinden alıkonulmaması için, karşılıksız doyurayım derken, bebeğin önünde dolaştı bir takım hareketler yaptı ağzından sözcükler döküldü.

Mesele annenin veya babanın kim olduğuyla ilgili değildi ayrıca. Biz toplum mühendisleri baba denen şeyi bu ilişkiden kesip attık. Annenin kapısına her gün yemek bıraktık. Sadece yemek mi annenin bebekten dolayı alıkonulduğu çoğu şeyi direk veya dolaylı karşılayacak birçok şey koyduk, bebeği görmeden. Ama anne bebeğin hemen yanında durmalıydı.

Sonra babalı veya babasız çocuk büyüdü. Biz yani şu anki biz, belki meslek kazanması için belki bize benzemesi için belki de sadece büyürken boş durmasın diye onu eğittik. Eğitmeseydik daha mı iyi olacaktı? Yani annesinin yanında kalsa, yaşamak için birilerinin yanında kalmalı, annesi ile etkileşmeye devam edecek. Başka formüllerde başka örnek alınacak taklit edilecek topluma angaje olmuş insanlar…

Biz tüm bu halimizle toplumun ürünü olduğumuzu üzülerek kabul ettik. Toplum mühendislerinin becerebildiği ölçüde ve bizde de bu sistemi sorgulatabilecek çok nadir özellik olmadığı müddetçe toplumun çizdiğiyle özgür kılındık.

Bebeğin eğitilmesine annesine nedense kızıyoruz. Nedeni bizce açık öte yandan. Bebek özgür değildi. Toplum denenin aslında apaçık ama elle tutulamayan fikirsel tahakkümlerin bebeğe izledik. Ona sormadık. Halbuki bizim başka insanlardan tamamıyla bağımsız bir özgürlük algımız kurulabilir miydi?

Doğayı değiştirmeyi mi planlıyorsunuz? Yoksa siz de mi toplum mühendisliğine soyundunuz?

Anarşizm kısaca iktidarsızlık halidir. Birey iktidar olmadığından, burada bahsi geçen iktidar basit hiyerarşileri de imleyen genel anlamı bir iktidardır, olabilecek en özgür halde olacaktır. Buradaki yazı bu “en özgür” ü tartışmak amaçlıdır.

Anarşizm sadece iktidarsızlık ile açıklanırsa anarşiye kaos gözüyle bakmak kaçınılmaz olacaktır. Hiçbir iktidar yok, bireyler tüm zayıflıklarının cezasını çekecek.

Şimdi bir parantez açalım ve fiziksel tahakkümü, fiziksel tahakkümle kaldırdığımız şu anki düzenimizi hatırlayalım. Ve sonra akli tahakkümü de, isteğe göre, fiziksel tahakkümle engelleyen sosyalist düzeni düşünelim. Şu açık ki özgürlük denen büyülü kavramı engelleyen tahakküm eden iktidarını kullanan eşitsizliklerin bazılarına, doğanın bu eşitsizliğe neden olmasına rağmen yani durumun temelde bizim adaletsizliğimizle ilgisi olmamasına rağmen, engel olmuşuz.Bu tip eşitsizliklerin de hayata geçmesine tahakküm demişiz.Yani insanlara bakın hiçbirimiz uçamıyoruz, uçmayı bir özgürlük meselesi olarak görmüyoruz öyleyse zayıflar zayıflıklarından kaynaklanan durumları bir özgürlük ihlali olarak görmesinler demiyoruz. Çünkü biz kendi meşrebimizce ve kendimizin belirlediği noktaya kadar insanları eşit kabul ediyoruz. Hayır, diyoruz, insan güçsüz olabilir ama diğerlerinden farksızdır, yine de insandır.

Anarşist bakış iktidar olduğu için iktidardadır alttakilerde altta olduğu için alttadır yani şu sistemde özgürlüğe dair bir mesele yok ve dolayısıyla özgürlük diye bir şey yok demiyor. Tıpkı sosyalistler gibi burada bir tahakküm olduğunu özgürlük ihlali olduğunu söylüyor. Çünkü gene aynı fikre sadık kalıyor.Biz kuşa eşit değiliz uçmak meselemiz değil belki ama biz bütün insanlara eşitiz ve onlar da bize eşit; var olan doğal eşitsizlik, öyleyse,tahakkümdür diyor. Doğal olan eşitsizliği kabullenmesi düşünülemez çünkü şu sistem zaten doğal olan eşitsizliklerin farklı bilinçlerce farklı biçimlerde kullanılmasıyla oluşmuş kaotik bir yapıdan başka bir şey değildir.

Anarşizm “…sosyalizmin hükümetsiz sistemidir.” diyor Kropotkin, “Anarşizm, Anarşist Komünizm: Temeli ve İlkeleri” adlı kitabında. Görülüyor ki bu eşitsizliklere sosyalistlerle aynı şekilde bir başkaldırı var. Kodaman bir adamın anarşist yapıyı ele geçirmeye çalışması doğal eşitsizliğe dayansa da özgürlük olarak görülmüyor zira. Öyleyse iktidarsız kolektif anarşist komünlerde bir toplum bilinci oluşuyor. Sen güçlüsün ama gücünü bütün insanların eşitliğini bozacak şekilde kullanma. Sen akıllısın ama güçlüyü dolandırma ekmeğini çalma.

Haliyle anarşizmin de topluma baskıladığı bir düşünce var.Ve bu “iktidar odağı oluşturmamak” tan da öte çok temel bir düşünce. Doğal eşitsizlik kullanılmalı mı, yoksa biz onu yok sayıp insanlar kayıtsız şartsız eşittir mi demeliyiz. Bu noktada anarşizmin de özgürlüğümüzden çaldığını görüyoruz. Çünkü eğer anarşizmin o yüce doğrusuna gönülden bağlıysak sorun yok ancak; bu bağı fark edip sorgulamaya başladığımızda kelepçelerimiz olduğunu görüyoruz.

Şu an içinde bulunduğumuz sistemden daha iyi olduğuna dair kendimce birçok sebep bulacağım anarşizmin aslında şu anki sistemden temelde özgürlükler açısından bir farkı olmadığı görülüyor. Çünkü şu anki sistemin bize verdiği özgürlük algısına tamamıyla uymakla anarşizmin özgürlük algısına tamamıyla uymak veya ikisine de uymamak aynı özgürlük sorunlarını meydana getiriyor.

Öyleyse özgürlük dediğimiz bizim ürettiğimiz şey, anarşizmde daha çoktur diyebilir miyiz? Yoksa anarşizm şu beceriksiz toplum mühendislerince hazırlanmış düzende yaşayan bir insana daha az özgürlük problemi yaşatacak gibi görünen ama tahakkümsüzlüğe dair daha üstün bir şey yapmayan bir düzen midir?

Anarşizmde birey hakikaten özgür müdür? Belki de Leibniz'in de "yaşadığımız dünya olabilecek en iyi dünyadır ama iyi bir dünya değildir" dediği gibi anarşizmde birey "en özgür" olsa da salt özgür değildir.

Umutlu Ardışık Yazıların Birincisi

Onunla ilk karşılaştığımız gün diğerlerinden farklı değildi. İyiden iyiye eskimiş kotlarımdan birini giydim üzerine de gömlek, pastel kırmızısı. Sanırım biraz da kış beni kapatıyor, giydiğim pardösü pantolonumu kapatıyor, bir yere geldiğimde oturmam gerekiyor ve rutin hayatımda genelde girdiğim üç beş mekanın koltuklarına oturduğumda salak kotum görünmüyor. Yanlış anlaşılmak istemem görüntüme önem veren birisi değilim. Hemcinslerimin aksine ne toka takarım ne de bir ruj, far yahut allık. Oje bile sürmüyorum uzun süredir. Annem bazen bana “yabani” diye takılıyor ama zaten yaşam tarzımın annemin konumunda biri tarafından yorumlanışında olumlu bir şeyler olabileceğini sanmıyorum.

Öte yandan sanıldığının aksine sıkıcı bir kişiliğim yok. Yani derslere tam vaktinde girdiğim doğrudur. Kütüphaneye sık giderim, evet. Ama derslere kaliteli ve az zaman ayırmanın en iyi yolu bu bence. Başka türlüsünü hiç denemediğimi de itiraf edeyim ama yine de deneyenlerden daha az zaman harcadığımı gözlemledim. Artık diğer faktörlerden filan dem vurmaya kalkmayın çok rica edeceğim.

Lafı uzatmamdan, daldan dala atlamamdan birçok anlam çıkarabilirsiniz ama konuşacak pek kimsem olmadığı için böyle yaptığımı düşünmeniz beni daha çok sevindirir. Tabi yalnız olmamın hayatımı kendiliğinden sıkıcılaştırdığını düşünenler olacaktır. Fakat ben, yani bu satırları yazan ve de yazabilen, çok ayrı bir iç âlemdeyim çoğu zaman. Tabi kim kendi hayallerini abartmaz diye düşünüyorsunuz. Ancak benim hayallerim hiçbir akıllıca üretilmiş mahsulün kullanılmadığı yavan şeyler değildir. Öte yandan bu mahsulleri topladığımı belirtmekten pek hoşlanmam. En azından hoşlanmadığımı sanıyorum, doğrusu bu konuyu konuşacak kadar kimseyle konuşma fırsatım olmadı.

Asıl hikayeyi aralatacağıma ağlama duvarına çevirdim burayı özür diliyorum. Ama tam az önceki noktada durdum ve yazdıklarımı baştan sona okudum. Ağlama duvar mı? Okuyucuyu belki de çok önemsiyorum. Sürekli kafanızda güzel yani güzel derken sadece fiziksel değil duygusal hatta entelektüel açıdan güzel bir kız oluşturmaya çalışıyorum. Her dediğim yanlış anlaşılıyormuş gibi tuhaf bir hisle yazıyorum. Yakından tanımadığım için belki diğer insanları, o herkesin içindeki alelade ve dolayısıyla cahil insan okuyor sanıyorum. Belki ondan okuyucumda gereksiz önyargılar varmış gibi sürekli ama diyorum.

Bu noktada kendi iç dünyamdan bile tiksindim diyebilirim. Tam dört paragraf ve yazıyı niye yazmak istediğime dair hiçbir şey yok.

Onunla ilk karşılaştığımız gün diğerlerinden farklı değildi. Şimdi ben edebiyat kompozisyonu mu yazıyorum. Ne bu hikayeye girmek için saçma sapan kalıp klişe cümleler.Oldu olacak özelden genele tasvirle başlayayım da iyice kalitemi belli edeyim.Tamam burnu büyük yazarlar gibi klasik yolları yerden yere vuruyorum ama özgünlük adına en ufak bir şey taşımamak şu an hikayeye girememekten daha üzücü.

Ben bodoslama dalmayı tercih ederim aslında.

Otobüs durağında öylece duruyordu. Otobüs geldi bindik. İki kişilik tek boş yer vardı. Yan yana oturduk.

Sen onu bunu bırak da söyle.Bu hikaye nasıl orijinal yollarla anlatılır ki.Bir çocukla yan yana oturuyoruz otobüste, eylemin bir orijinalliği mi var?

Şimdi ben daha iyi anlıyorum günlük yazmalarının nedenini.Edebi kaygıya girmiyorsun istediğin gibi yazıyorsun.O nedenle ben de günlük yazacağım.

14 Şubat 2006

Sevgili günlük…

Bu hitabıma dair kafamda bir sürü şey uçuşsa da bunları bilip bilmemenin bir önemi yok. Tanıdıkça bana yakışıklı gelen bir çocukla tanıştım bugün otobüste. Elimde bir kitap vardı.Birden bana döndü yazarı çok beğendiğini kitabın da çok kaliteli olduğunu söyledi. Aynı yazarın ortak okuduğumuzu anladığım bir başka kitabından konuştuk. Adeta aynı şeyleri hissetmişiz o kitaptan. Sonra otobüsten indik ve ayrılana kadar kitaplar hakkında konuştuk. Her hareketinde öyle tanıdık öyle beklediğim yerler vardı ki. Kızdığım kızlara dönüverdim bir anda yanında. Elim saçıma gitti, saçımla oynamaya başladım. Kuzenimin kendini güzel bulduğu anlarda yaptığı bir hareket bu. Şimdiye kadar neredeyse hiç yapmadım belki de. Neyse…

Ayrıldık birbirimizin telefonunu aldık

Bu kadar basitken neden kendimi anlattım ki size. Sizi çok önemsiyorum nedense. Ama onu daha çok.

Post Scriptum: İyice Leyla olduk şaka maka…

Özgür İnsanlar Ne Zaman Akşam Yemeği Yer?

Özgürlük, beraber yaşama ve demokrasi. Bunları hep birbirinden kopmaz şeyler olarak görüyorum. Bir ütopya tasarlama çalışmamda fark ettim ki en çok bu üç kavramı kullanıyorum.

Neden özgürlük? Çünkü, var olanı anlama, alternatifler sunma ve sonunda ideal olanın (ütopya) inşası çalışması sırasında ilk şarttır özgürlüğü anlamak. Kişilerin özgürlüğünü anlamadan var olanın neden bu şekilde varlığını sürdürebildiğini anlayamayız. Eğer bir ‘sistem’den söz edeceksek -ki tanımlamaya ve özelliklerini belirlemeye çalıştığımız her an sistem değişecek ve tam bir tasvirini yapmamızı olanaksız kılacaktır, ancak yine de anlık olarak kişilerin yaşam şekillerini sürdürdükleri bir şekil, bir kültür vardır ve bu kültür tüm topluma yayılmış olmakla ve sadece yatay değil dikey yapıları da barındırmakla sistem olarak adlandırılabilir- kişilerin neden bu sistem içinde olmayı kabullendiklerini ve rollerini oynadıklarını da anlamalıyız. Kişinin özgürlüklerini yine kişiye bağlayan döngüsel ve dolayısıyla saçma yöntemlerden uzak durarak, kişinin neden oldukları kişi olduklarını sorgulayarak bunu yapmalıyız.

Neden beraber yaşama? Her türlü tahakkümün reddedilmesinin zorunlu sonucu olan hiyerarşi barındırmayan bir ‘sistem’i ütopya olarak alırsak eğer, incelememiz gereken sıradaki olgu beraber yaşama olacaktır. Kişilerin baskıcı ve zorlayıcı yönetim demek olan devletin dışına çıkarılıp özgür oldukları bir ortama taşınmalarından sonra doğanın çetin şartlarıyla baş başa kalırız. Manderlay’de olan da bunun küçük çapta tezahürüdür. Yapacakları şeyler kendilerine bir ‘mam’ tarafından harfiyen söylenen köleler ile yapacakları şeyler kendilerine devlet ve bir devlet organı gibi çalışan aile tarafından kısmen söylenen vatandaşlar arasında bu açıdan bir fark yoktur. Başlarından ‘mam’leri alınmış kölelerin düştüğü durum, yaşamak için gereken şeyleri belirleyip düzenleme işinin bir anda üstlerine kalmasıdır büyük bir yaklaşıklıkla. Benim yapmak istediğim şeyse vatandaşların başlarından devleti almak olduğundan, bu sorunla, yani yaşama şekli sorunuyla yüzleşmemem mümkün olmazdı. İşte Manderlay, bu sorunumu -bence sanatın yüzlerinin önemlilerinden biri olan- yalınlaştırma ile gözlerimin önüne serdi ve göremediklerimi bana gösterdi. Bu yüzden büyük bir filmdir benim için. Manderlay övgüsünü bir kenara bırakırsak, beraber yaşama, insan tek başına yaşayamayacağından tartışmamıza dahildir, çünkü doğa şartları çetindir ve insanın ortak yaşama ihtiyacı vardır.

Neden demokrasi? Bir kez insanların beraber yaşamak zorunda olduklarını kabul ettik mi önümüze belki de işlerin en çetini çıkar: Toplumun niteliklerini belirlemek. Beraber yaşamak doğal olarak bir topluluğu meydana getirir. Ama toplum bundan farklı bir şeydir. Toplumu doğal olan ve varlığı beraber yaşamadan zorunlu olarak çıkan bir nesne olarak düşünürsek büyük yanılgı içine düşmüş oluruz. Çünkü toplum, bir denge noktasını ifade eder. Toplumu kabul ettiğimizde bireylerin ihtiyaçlarının büyük oranda karşılandığı, kısmen dengeli bir ilişkiler yumağı tasvir edebileceğimizi kabul etmiş oluruz. Bu aşamada en büyük zorluğu bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması çıkarır. Eğer bir toplum tasvir etmek istiyorsak bu zorluğu teorik planda aşmamız gerekir. Kişinin herkes için çalışması, herkesin kişi için çalışması için zorunlu olduğundan, kişinin diğerleriyle ilişkisi tam bir özgürlük temelinde olamaz. Kişi, özgürlüğünden tavizler verip toplum olmanın gereklerini yapmak zorunda kalır. ‘Toplum’ ‘kişi’ler üzerinde bağlayıcı kararlar almak zorunda kalabilir. Örneğin Manderlay’de olduğu gibi, bir kum fırtınası, toplumun ektiği tohumların çoğunluğunu telef edebilir. Bu noktada kişilerin hayatta kalmak için özgürlüklerinden taviz vermeye hazır oldukları aşikardır. Bu noktada, günümüzde olduğu gibi bir devlet tahakkümü yok, aksine kişilerin hayatlarının nesnel olarak tehlikede olması ve kişilerin de bunun farkında olması vardır. Yapılacak şey açıktır, ne yapılacağına karar verilmelidir. Her türlü tahakkümü reddetmeyi temele aldığımdan, seçilmiş veya başka türlü başa gelmiş bir lideri kabul edemiyor ve demokrasiyi, yani kararın oylanmasını düşünmek zorunda kalıyorum. Demokrasinin bende oluşturduğu olumsuz çağrışımları, -günümüzdeki demokrasiyi temelde bir ikiyüzlülük olarak algılamamla ilgili olabilir- bir tarafa bırakmak ve onu da tartışmaya katmak zorunda kalıyorum. Von Trier ise demokrasiye de çok güvenmemek gerektiğini filmin devamında kafamıza vururcasına anlatıyor.

Türkiye’deki mevcut durumu anlamak, bu yalınlaştırılmış ortamdan daha zor mutlaka. Cumhuriyetin ilanından başlarsak düşünmeye -bir yerden başlamak lazım- Manderlay’den çok farklı olmayan bir yapı görüyoruz. Başlarından ‘mam’ değil de padişah alınmış bir halk ile başlıyor film. Başlarından padişahı alan kişi Mustafa Kemal, işin sadece bundan ibaret olmadığını görüyor ve halkın özgür olmasının yolunun özgür halkın oluşturulmasından geçtiğini anlıyor. Oluşturma çalışmalarınıysa az çok biliyoruz hepimiz. Peki, bu halk hala neden olmamış? Bugüne geldiğimizde durumu olmamış bir halk ve hala oldurmaya çalışan Mustafa Kemal ardılları gibi algılarsak bence gerçekliğin betimleyememiş oluruz.

Temel sorun, beraber yaşama aşamasında karşımıza çıkıyor kanımca. Doğanın çetin şartlarıyla -ki cumhuriyet Türkiye’sinde başka çetin şartlar da var- nasıl baş edileceği sorunu demokrasiyle çözülmeye çalışılmış. Ancak demokrasiye uygun bireyler ortada olmadığından bilgili, akıllı insanlar her derde derman oluyorlarmış. Bu akıllı insanlar, zamanla yönetimi halka bırakacaklardı, ama olmadı. Bence bunun iki temel sebebi var:

Birincisi, devrim fazlasıyla ideoloji yüklüydü. İnsanları özgürleştirmek adına ortaya çıkmıştı, ama arkasında dışına çıkılamayacak altı ilke ve onlarca özdeyiş bırakarak, özgürleştirme adına pek bir şey yapmamış oldu. Burada iki ihtimal var: Belki Mustafa Kemal ve devrim kadroları, dünyanın çetin şartları içinde gerçekten çok katı ve disiplinli olunmadığı müddetçe hayatta kalınamayacağını düşünüyordu. Gerçekten de bu ideolojinin ‘milletin bekası’ için zorunlu olduğuna inanıyor olabilirlerdi. Zaten bu inancın yansımalarını günümüz Kemalistlerinde fazlasıyla görüyoruz. İkinci ihtimalse, Mustafa Kemal, aslında demokrasiyi temele almıştı, devrime sonradan ideoloji yüklendi. Bence iki ihtimal de kısmen doğru. Yani, devrim hem fazla ideolojik, hem de daha da ideolojikleştirilmiş. Kemalist kadrolar, kendi hegemonyalarını sürdürebilmek için -ki demokrasi buna izin vermez- devrimin demokratik içeriğini azaltıp milliyetçi, laik, pozitivist içeriğini artırdılar. Bu değerler ‘milletin bekası’ için elzem olduğundan ve aynı zamanda en iyi Kemalistler tarafından savunulduklarından, iktidarları doğal olarak güçlenmiş oldu. Ayrıca, kadroların iktidarı bırakmak istemeyişi, temel amaç olan, halkın ‘oluşturulması’nın da önüne geçmiş oldu. Bilim ve aydınlanma halka yayılacağına, oligarşinin bırakmak istemediği, sürekli olarak koruyup kolladığı, halktan kopuk değerler olarak kaldı. (Kemalistler, bilimi sürekli koruduklarından geliştirmeye fırsat bulamadılar, onu halkla bile paylaşmaya korktukları için kimse geliştiremedi.) Kendilerini ideolojiyle tanımlayan iktidar kadroları, özgürleşmenin ideoloji dışı düşünmek olduğunu bildiklerinden, özgürleştirme işini askıya alıp geçici olması gereken yönetimlerini sonsuza dek uzattılar. Böylece, özgürleştirici olması gereken devrim, yeni bir tahakküm alanı açmış, özgürleşmeye de zerre katkı sağlamamış oldu. Bu yeni tahakküm alanı, akıllıların akılsızları idaresiydi.

İkinci temel sebepse bence mevcut durumla kendiliğinden oluştu. Bu da bir nevi Stockholm sendromu şeklinde yorumlayabileceğimiz halkın özgürleşmek istemeyişi olabilir. Manderlay’de, köleler, kendilerini özgürleştirmek isteyen Grace’i bırakmamış ve başlarına lider ve efendi olmasını istemişlerdi. Benzer durum Türkiye’de de geçerli oldu. Bir türlü aydınlanamayan halk, kendinden de umudu kesti ve akıllıların tahakkümüne razı oldu. Yoksa devrim kadrolarının 84 yıl başlarında kalması nasıl mümkün olabilirdi? Buradaki diyalektik ilişkiyi görmeyip, olayı sadece halkın demokrasiye hazır olmayışı veya sadece devrim kadrolarının iktidarı bırakmayışı olarak yorumlamak yanlış olur. Karşılıklı etkileşim içinde, ne halk tamamen özgürleşmiş, ne de Kemalistler halkın önünü açmış. Zaman içinde özelde CHP kadrolarının yozluğu ve çözüm üretmeyişi karşısında karşıtları üretilse de (DP, AP, DYP, AKP), hala ‘Atatürk’ün partisi’ne oy veren milyonlar ve Kemalistlerin bu kadar güçlü olması, teorimizi destekler nitelikte diye düşünüyorum. Bu çözümsüzlüğün içinde, hala umut varsa, kısa vadede yapılabilecek şey ise Kemalizm’in bu topraklardan sistemli tasfiyesinden başka bir şey değildir. (Bu son cümle gereksizdi denilebilir, ama vatan haini olmanın tadı bambaşka.)

“Wilhelm: I'm afraid of what will happen now. I feel we ain't ready - for a completely new way of life. At Manderlay we slaves took supper at seven. When do people take supper when they're free? We don't know these things.

Grace: Free people take supper whenever they want to.”

Acaba öyle mi gerçekten?

Özgürlük ve Kölelik

Uzun gecenin bir yerinde özgürlüğün felsefesi adlı animasyonu (http://www.isil.org/resources/introduction.swf) izlemiştim. Liberal düşüncenin insan tasvirini ve özgürlükten ne anladığını gözler önüne seren bir animasyondu. Özgürlüğü tanımlamaya ‘sahip olmak’tan başlıyor. Kişi önce kendi canlılığına sahipmiş. Kendi canımız üzerinde tasarruf hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmamasına cinayet denirmiş. Sonra da eylemlerimize sahip olurmuşuz. Ne zaman ne yapacağımızı belirleme hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmadığı yer ise kölelikmiş. Son olarak da eşyalarımıza sahipmişiz. Bunun ihlali de hırsızlıkmış. Evet, ne güzel geliyor kulağa. Canımız, eylemlerimiz ve mallarımız var. Kimse karışmıyor bunlara. Her şeye biz kendimiz karar veriyoruz. Harika!

Peki biz kimiz? Tabi ki bunu sormaya bile yanaşmıyor kimse. Bizi ‘biz’ yapan şey nedir? Bunu animasyonu yapan elemana sorsak herhalde “Kim olduğuna da sen karar verebilirsin.” gibi abuk bir şey söylerdi. “Ne yapacağıma ben karar veririm”den ötesi olmayan, insanlara ‘ben’i sorgulatmayan bir düşüncedir bu animasyonun temsil ettiği. Bana göreyse özgürlük ‘ben’i sorgulamakla başlar. Bunu yapmadığımız sürece, bize sunulan gerçekliği doğrudan kabul etmiş ve rolümüzü makine gibi oynamış oluruz. Hatta, özgürlüğün ‘sahip olmak’tan ibaret olduğu dogması, insanların şeylere sahip robotlar olması durumunu destekler. Çünkü, onlara bir özgürlük tanımı sunarak ötesini arama ihtimallerini de azaltır. Özgürlüğü bu sanan kişi için gerçekliğin sorgulanması mümkün değildir ki. O, “Ben istediğimi yaparım.”, “Mesleğimi, yaşam tarzımı ben seçtim.”, “İstemesem yapmazdım.” ve benzerlerinden binlercesini hayal edebileceğimiz cümlelerle özgür olduğuna kendini inandırmıştır. Bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin, özgürleşmenin gerçekliğinin sorgulanması yapılmadan mümkün olmadığını söyler. Bilimkurgunun da gerçekliğin sorgulanmasını sağlayan önemli bir araç olduğunu vurgular. Bunun için de hayal gücü ve yaratıcı kavrayış gerekir. Hayal gücüyle sorgulanan gerçeklik, düşünülen alternatifler, işte o zaman ‘seçim’ devreye girer. Peki, bizim o güzel ‘sahip olma’ üçlemesinde hayal gücü nerede? Burada yüzde52’nin bir sloganını burada belirtmeden geçemeyeceğim: “Hayal gücü eyleme!”

Genelde bu ve benzeri düşünceler içinde olduğum sırada saat üçü vurdu Manderlay’i izlemeye başladım. Bugüne dek bir filmini izlediğim Lars von Trier’in normal bir insan olmadığını biliyordum ama şimdiye dek izlediğim filmler içinde en çok etkilendiğim filmin bir von Trier filmi olacağını da tahmin etmiyordum. Filmde ABD’de bir çiftlikteki kölelerin ‘özgürleşmesi’ anlatılıyor. Amerika’nın liberal ideallerini benimsemiş zengin ve güçlü bir kadın (Grace), köleliğin kalkmasının üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına rağmen hala köle olan Manderlay çiftliği zencilerini kurtarır. Onlara “özgürsünüz” der ve görevini yapmış olmanın gururunu yaşar. Eski sahiplerinin zencilerle sözleşme imzalayıp bu sefer köle değil de ‘işçi’ olarak onları kullanmak istemesi ve sözleşme şartlarının kölelikten farksız olması nedeniyle görevini bitirememiş olduğunu anlar. Özgürleşme ve özgürleştirmenin bu kadar basit olmadığını da. Bir plan yapar ve bir grup gangsterle beraber çiftlikte bir süre kalmaya karar verir. Bu süre içinde yarı zorla da olsa zencilere özgür olmayı ve gerçek bir ABD vatandaşı olmayı öğretecektir. Devamında özgürlüğü, kişiliği, beraber yaşamayı, toplumu, kısaca insanla ilgili birçok şeyi baştan inşa ediyor von Trier. Bundan sonrası hem spoiler’a gireceği hem de saatin altı buçuk olması nedeniyle film hakkında yorumumu burada kesiyorum. Ama devam edeceğim kesinlikle.

Akıllı İnsan Neden Akıllıdır?

“….bütün bu hükümler tek bir hükümde toplanır: ortaklardan her birinin bütün haklarıyla komünite lehine kendinden tümüyle vazgeçmesi çünkü 1. herkes kendini tümüyle verdiğine göre , şart herkes için eşittir ve 2. şart herkes için eşit olduğuna göre , kimsenin onu başkaları için külfet haline getirmekte menfaati yoktur.”
Jean Jacques Rousseau


Rousseaucu tavırla bakamaycağımız bir dünyada yaşıyor olsak da bu bakamayışımızı sağlayan idealisizliklerin sonuçlarını bu tavrı unutmadan incelemek yararlı olacaktır.İdealisizlik şöyle ya da böyle -kimi zaman kendi ideolojilerine yol açıtığından kimi zaman siyasi konjonktürden bağımsız olarak- demokrasinin korunması gerektiğini söyleyen ve dolayısıyla halka yakın olanlarla askere yakın “akıllı insan”ların cepheleşmesine neden olmuştur demokrasimizde.Bu kısa yazının konusu bahsettiğim akıllı insanların neden akıllı olduklarıyla ilgilidir.

Halk en doğrusunu bilemez

Demokrasi idealleşemediğinden en doğru olan yani halkın tamamının menfaatine uyan şeyleri bulmak zordur. 1930’ların yöneticileri zaten demokrasi olmayan bir ülkede demokrasiyi kullandıklarından söz hakkı verdikleriyle aynı fikirde olmamanın neden olduğu soğuk bir iç savaşla cebelleştiler. Onlara göre halkın menfaatine olan Atatürk milliyetçisi laik batıcı tavırla, -belki "dindar" olduklarından-halka demokrasinin yeni inşa edildiği günlerde bile kolayca inen en kolay yolla dinine bağlı olarak açıklanabilecek ancak birinci tavırdan çok daha heterojen olan ikinci muhafazakar tavrın soğuk iç savaşı kesintilere uğrayarak şimdiye kadar sürdü ve ilk zamanların şiddetiyle olmasa da halen sürmekte. Ama biz tarihsel süreci bir yana bırakalım ve demokrasinin idealleşmemesi ve dolayısıyla akıllı insanın demokrasi karşıtı tavır takınmasını biraz açalım. Rousseaucu tavrı elden bırakmadan demokrasinin “en doğruyu” bilen herkesçe niteliği kabul edilmiş bir grup olmadığından “en doğru” olanı belirleme görevini halka bıraktığını söyleyebiliriz. Şu halde bu tarz demokrasinin işleyebilmesi için genelin menfaatiyle özelin menfaatinin çelişmeyeceği bir sistem olmalıdır. Ancak halihazırda bir sermaye sahibi ile halkın çoğunluğunun menfaati çoğu zaman birbirine uymamaktadır. Bu problemi şimdilik atlasak da başka bir problem daha vardır. Halk iradesi halkın menfaatini düşünecektir, ama niyeti bu iken alacağı kötü kararlarla tersine neden olabilir. Bu sorunları aşabilmek için halkın yalnızca özel menfaatlerden arınmış olması değil aynı zamanda iyi bilgilenmiş ve eğitilmiş olması gerekir.

Akıllı İnsan Neden Akıllıdır?

Akıllı insan akıllıdır. Çünkü daha halka sormadan dediği bir şey vardır. Çünkü o akıllı olduğu müddetçe, onun dediğinin doğru olmama ihtimalini düşündürebilecek en ufak bir ilke yoktur. Temel iki problemi de aşamadığımız demokrasimizde bu yanlış karar verme ihtimali akıllı birinci cumhuriyetçilerin demokrasiye rağmen halkın refahını gözetme kuruntusuna düşmelerine yol açar. Birçok nedenlerle tamamıyla anti-demokratik olmayı içine sindiremeyen bu kurucu kesim demokrasi alanını askeri güçle sınırlandırarak bu kurtarılmış bölgede başlarda daha çok oligarşiye benzeyen sonraları teokrasiyi andıran bir düzen inşa etti. Yüce kurtarıcının ulu silah arkadaşının iktidarı demokrasi alanına açıncaya kadar devam eden düzen için oligarşi, sonraları şekil değiştirerek devam eden kutsal metine bağlı düzen için teokrasi benzetmesi yapmak yanlış olmaz umuyorum.

Akıllı birinci cumhuriyetin halkın bilememesine çözümü olan “Biz Biliriz” tavrı tüm bu süregelen tartışmada başlı başına bir kibir taşır. Ama bu kibire kaynaklık eden akıl sahibi olma durumu, “Biz Biliriz” halinin sadece nedeni değil aynı zamanda sonucudur da. Bu demokrasi içinde demokratik olmayan varlığın dönemler boyunca elden ele aynı kibirle taşınması onun kendini aklın yolu olarak tanıtmasından ayrı açıklanamaz. Bir aydınlığın bir akıllılığın meşruiyeti ancak böyle bir oligarşiyi ayakta tutabilir. Çünkü demokrasi "mutlak doğru olan yok, doğru halktır" deyişiyle karşısındakine doğru olanı bulmaktan başka bir şey bırakmaz. Eğer karşıt hem doğruluğu kabul edilmiş tabulaşmış bir insanla hem de bu insanın açtığı alanda yürüyenlerin elinde şekillenenin en aydınca olduğu propagandasıyla fikirsel ve eylemsel bir temel bulursa demokrasinin en tepeye halkı koyan bakış açısına demokrasiyi külliyen reddetmeden karşı çıkabilir. Demokrasinin mükemmel işlemediği bellidir, hata vermektedir ve akıllı insan hatayı düzeltir. O bu hakka sahiptir çünkü dediği doğrudur çünkü akıllıdır.

Hal böyleyken “pozitivist” olmak zaten bir meşruiyettir bir çözümdür. Bilimsel gerçek diye net ve tartışılmaz dokunulmaz bilgi Atatürkçü bilgiye de aynı kibri rahatlıkla verir. Akıllı ve bilimsel olmak demokrasiye karşı olmanın vicdani sorumluluğunu karşılar. Akıllı insan akıllıdır çünkü demokrasi tahakkümünde başka çaresi yoktur.

Konformizm nedir?

Konformizm Türkçe’ye uymacılık olarak çevrilebilir. Kişinin kendi inanç ve isteklerini var olan iktidara ve toplumsal normlara uymak için askıya alması, kendini ortama uydurması olarak tanımlanabilir.

İlk duyduğunuzda “konfor”mizm rahatına düşkünlüğü çağrıştırsa da, ‘konfor’dan sonra gelen ‘m’ size kelimenin o anlama gelmiyor olabileceğini anlatır. Aradan geçen yıllar boyunca, içinizdeki “acaba?” tereddüdü hiç gitmez, ama siz yine de onu kullanmaya devam edersiniz. Bir gün sözlüğe bakıp tanımla karşılaşınca şaşırmayla karışık bir öfke kaplar bünyenizi. Hayır, burada bir yanlışlık vardır. Bu kelime rahatına düşkünlük anlamına gelmelidir. İşte orada felsefeyi inşa etmeye başlarsınız.

Konformizm felsefesi, rahatına düşkünlük felsefesidir. Rahatına düşkünlüğün tüm gerekleri övülmeli, toplumsal alanda kabul görmelidir. Peki, neden bu anlama gelmeyen konformizm, bu akımın adı olarak seçilmiştir? İşte burada mükemmel bir tutarlılık vardır. Rahatına düşkün kişi, sözcüklerin ilk duyulduklarında çağrıştırdığı anlama gelmesini savunur. Çünkü, rahatına düşkün adam, sözlüğe bakmaz. Kelimeyi zannettiği gibi hunharca kullanır. Bu noktada, konformizmin anlamının rahatına düşkünlük olması, rahatına düşkün adamın isteklerinden biri olduğundan, o anlamda kullanılması, rahatına düşkün için bir ilerlemedir. Zaten, dünyanın %95’i, kelimeyi bu anlamda zannetmektedir. E o zaman “uymacılık” anlamına ne gerek vardır? Böylece, konformizm adı felsefeye tamamen uymakta, aynı zamanda tüm felsefeyi tek sözcükte anlatmaktadır. Ben, bu tarihe kadar felsefeyle isminin bu kadar uyduğu başka bir durumla karşılaşmadım.

Konformizmin sözcük anlamının “rahatına düşkünlük” şeklinde değiştirilmesi, konformistlerin birincil amacıdır. Çünkü, böylece rahatına düşkünlük, toplumsal meşruiyet kazanacak, haklı taleplerimizi dile getirmemiz kolaylaşacaktır. Bizim için kinizm, kindarlık, şovenizm de gösterişçiliktir, öyle olmalıdır. Bu tip simgesel hedeflerimize ulaştığımızdaysa asıl taleplerimiz başlayacaktır. Tabi, bunları yaptıktan sonra “aman hacı boşver” deme ihtimalimiz de vardır. İşte konformist akımın temel handikapı budur. Bu handikapı nasıl aşacağımız için henüz düşünmedim, üşeniyorum.

İktisat Bilimi Tartışmaları

Temmuz-'91 / Birikim-27 / Ahmet İnsel

Bundan birkaç yıl önce Fransa'nın ünlü muhafazakâr gazetesi Figaro'da büyük puntolarla şu başlık yer alıyordu: “Liberalizmin üstünlüğü matematik olarak ispat edildi!”. Yazı, Nobel ödülünü Kenneth Arrow'la paylaşan Fransız asıllı Amerikalı iktisatçı Gerard Debreu ile liberalizmin Kıta Avrupa'sındaki en çığırtkan savunucularından Guy Sorman'ın yaptığı bir söyleşiydi. Guy Sorman'ı Türkiyeli okuyucular Ulusların Yeni Zenginliği kitabından tanıyacaklardır. Söyleşide Debreu, tam rekabetin tam etkenlik sağladığını ve bunun yarattığı denge ortamının ise toplumsal örgütlenme açısından liberalizme denk düştüğünü iddia ediyordu. Böyle bir iddia karşısında aklı selim sahibi iktisatçılar omuz silkip geçerken, ilişikte yazısının tercümesini yayımladığımız Bernard Guerrien üşenmeden eline kalemi alıp, Debreu'ye “eserlerinizin hepsini biliyorum, hiçbir yerde eksiksiz rekabet ve genel denge arasındaki ilişki dışında bir cümle ifade etmediniz; ne de liberalizm-genel denge ilişkisini matematik yoluyla çözmeye kalkıştınız; o zaman bu iddia nicedir?” diye soruyordu. Debreu'den gelen cevap ise gerçekten kendisinin hiçbir zaman böyle bir laf etmediği, ama Sorman'ın orada laf karıştırıp, el çabukluğuyla böyle bir denklik ifade ettirdiğiydi.Bu küçük olay matematiksel iktisadın ne denli ideolojik yük taşıdığını sergilemesi açısından anlamlıydı. Çünkü matematik gibi nesnel bir bilimin yöntemi ve dili içinde bir iktisadi doğruyu ifade etmek, ona tartışmasız doğru statüsünü kazandırmak demek. Buradan hareketle de, bu doğruya olanak sağlayan ilk varsayımların gerçekliğinin doğrulanması demek bu. Yani her durumda çıkarını maksimize eden, tüm tercihlerini homojen ve birbirlerine ikame edilebilir biçimde ifade edebilen iktisaden rasyonel ideal insan ve onun davranışlarının çoğullaşmasıyla oluşan ideal toplum. Bu toplum, eksiksiz rekabet koşullarında tam etkenliğin sağlandığı optimal refah toplumu. Piyasanın kendi kendini düzeltme mekanizmaları sayesinde bu genel denge aynı zamanda istikrarlı. Yani en kötü ihtimalle konjonktürel dalgalanmalar sözkonusu. Ciddi bunalımların ise bir tek müsebbibi var: İktisadın doğal davranışlarını ve mekanizmalarını bozan devlet veya benzeri siyasal-toplumsal irade.Her şeyin kendiliğinden geliştiği eksiksiz piyasa ekonomisini çağdaş doğal ideal düzen mitosu olarak tanımlamak mümkün. Genel denge konusundaki çalışmalarıyla Nobel iktisat ödülünü alan Debreu'nün ağzına Guy Sorman'ın yukarıdaki cümleyi yakıştırması, matematikle desteklenmiş “nesnel iktisat biliminin” matematiğin kötü bir alt branşı konumuna düşecek kadar teknikleşmesinin altında yatan ideolojik dürtüyü günyüzüne çıkartıyor.Kendisi hem matematikçi hem de iktisatçı olan Bernard Guerrien'in esas uğraşlarından birisi, iktisatçıların çoğunun pek de iyi hakim olamadıkları matematiği kullanarak nasıl bir çeşit aldatmaca yaptıklarını, ispatlamakta zorluk çektikleri denklemleri nasıl es geçtiklerini ortaya sermek. Günümüzün moda iktisadı olan mikroekonomi ve bu iktisat dalının kaynaklandığı neoklasik iktisat okulu konularında Fransa'da en önde gelen uzmanlar arasında yer alan Guerrien'in yazısı iktisada aşina olmayanlara belki biraz kapalı, biraz zor gelecektir.* Ama gene de biraz zaman ayırıp, biraz zorlanmayı göze alarak yazıyı okumalarını tavsiye ederiz. Çünkü günümüzün iş bitiricileri olan iktisat mühendisleri, iyi kötü okudukları birkaç mikroekonomi kitabından kaptıkları sihirli “bilimsel” formüllerle iktisat politikaları oluşturmak, toplumu yönlendirmek ve devleti yönetmeye koyuluyorlar. Eksiksiz rekabet-tam etkenlik-refah toplumu-liberalizm zincirlemesine ulaşan ideolojik kaymaları ustaca kullanıyorlar. Bu nedenle iktisat üzerine, egemen iktisat kuramının yöntemi ve varsayımları üzerine düşünmek, tartışmak sadece akademik bir uğraş değil. “Liberal ekonomi öğretisi matematiksel olarak bilimsel midir?” gibi dolaysız siyasal bir tartışmayı en can alıcı biçimde sürdürmek demek.Guerrien yazısında belirttiği gibi, bugün hemen hemen tüm branşları mikroekonominin varsayımlarından hareket eden çağdaş iktisat kuramının dayandığı yöntem sadece matematikle sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda günümüz iktisatçıları arasında gözde olan “yöntemsel bireycilik”. “Holizm”, yani toplumsal olayları bireylerin iradelerinden değil de kurumsal, tarihsel veya yapısal belirlemelerden açıklamak yönteminin karşısına, liberal iktisatçı ve sosyologlar, her toplumsal olayı mümkün olduğunca bireylerin seçim ve davranışlarından hareket ederek açıklama yöntemini, yani yöntemsel bireyciliği çıkarıyorlar. Ne var ki Guerrien'in de hatırlattığı gibi, Debreu'nün Nobeldaşı Arrow, yöntemsel bireycilik açısından çok can sıkıcı bir teoremi ifade etmesiyle de tanınıyor. Arrow'un Condorcet'den devraldığı olanaksızlık teoremine göre bireysel tercihlerin toplamından toplumsal tercihlere varmak her zaman mümkün değil. Hatta tersine, bunun mümkün olması için gerekli koşullar çok ağır ve istisnai. Tüm bireylerin aynı geçişli tercihleri ifade etmeleri gerekiyor. Bu ise neredeyse toplumu oluşturan bir örnek birey vardır demeye geliyor. Aksi takdirde, yani olağan durumda ise, toplumsal olan sadece farklı bireylerin tercih ve davranışlarının toplamı değil, onların aralarındaki ilişkilerin de toplamı demek. Bu ise sadece bireyden değil, toplumsal ilişkiden de hareket ederek bir gerçeğe varılabilir demek. İktisatçılar elbette toplumsal ilişkiyi inkar etmiyorlar. Ama matematiksel bilimsellik saplantıları onların ancak iki aktörlü ilişki modelleri üzerinde oyun oynamalarına izin veriyor. Çünkü ikiden daha fazla aktör devreye girdiği zaman ortaya çıkan neredeyse sınırsız durumu ele alabilecek matematik denklemleriyle başa çıkmak özel bir hüner gerektiriyor. Ayrıca bu durumda ortaya çıkan yeni sorunların birkaçıyla teknik olarak başa çıkılabilse bile, bunların içerik açısından tatmin edici cevaplar olacağı da şüpheli. Buna rağmen iktisatçılar korporasyonunun önde gelenleri, yani Nobel'le taltif edilenler ya da kendilerini geleceğin Nobel adayı olarak hazırlayanlar, bilimsel olarak ilerlediklerinden emin, matematiğin nesnelliği içinde yürekleri rahat, gözleri önünde dönen ideolojik sahtekarlığa mutlulukla göz yumuyorlar. Göz yummakla yetinmeyip, bu sahtekarlığı bizzat örgütleyen iktisatçılar da cabası.
* * *
1960’lı yıllardan ’70’lerin sonuna kadar, kendini kurulu düzene karşı muhalif olarak gören, kendini bu düzeni dönüştürmeye yönelik bir toplumsal faaliyete adayan gençlerin çoğu, ki bunlar o zamanlar Marksist olurlardı, iktisat eğitimine yönelirlerdi. O zaman iktisat bilimi, toplumun temelini anlamanın ve dolayısıyla onu dönüştürmeye muktedir mekanizmaları öğrenmenin bilimiydi. Bugün de kurulu düzeni ve onun egemen söylemini zayıflatmak, toplumsal tahayyülün üzerinde hükümranlığını kurmuş olan iktisadiyat ideolojisi ile mücadele etmek için iktisat öğrenmek gerekli. Ama bu kez toplumu anlamak için değil. Her şeyden önce egemen söylemi çözmek, onun el çabukluğuyla bilimsellik örtüsü altında gizlediği tutarsızlıklarını teşhir etmek için! İktisadiyat modelinin iyi kötü egemen düzen modeli olduğu devrimizde iktisadı yeniden bir siyasal felsefe olarak ele alıp, üzerine eğilmek gerekiyor.

(*) Bernard Guerrien’in Neoklasik İktisat adlı çalışmasını (İletişim Yayınları Cep Üniversitesi dizisi) bu konuda uzmanlara hitap etmeyen, ama bilimsel titizlikle yazılmış bir çalışma arayan herkese tavsiye ederiz.