Şiir olsun diye yazmadım, Şiir olsun diye hiç yazamadım

Dost bende ne var bu günlerde?

Bir bıkkınlık bir sıkkınlık desem yüzünü buruşturur musun?

Yazmayınca deliriyorum desem affeder misin?

Her dediğimde seni düşündüğümü görüp de gülümser misin?

Dost bende ne var bu günlerde?

Zihnimde kelimeler kelimeleri kovalamaz oldu

Heyecan duymuyorum hayata dair

Sesinle de sesiyle de sessizliğimle de aynı

Tutunamıyorum içimdeki yaralara


Dost ben de ne var bu günlerde?

Şöyle karşılıklı saçmalayamıyoruz bile

Kâğıt mahzun ben de keder

Gün ağarınca her şey biraz biter

Sonra yine başlar aynı karanlık bir yerlerimde

Tanıyamıyorum çehremi hayallerimde

Dost ben de ne var bu günlerde?

Bilirsin şiir benim meselem değil

En kolay olanı en zor olanı aslında

Ne farkındayım kendimin nikotin altında

Ne şiirler tükettim yaranamadım ben bana

Altı bin senedir aynı kişiyiz

Hala da benzer sancıların sesiyiz

Saatler geçer her sene bir güz

Ruhumuz susuz zihnimiz dehliz

Ne yapsak da birbirimizin kelepçesiyiz

Oku ve cevap ver

Çoğu zaman gerilim yaşadığımızı düşünüyorum. İnsanın varlığını eyleyebilecek özgürlüğe sahipken, eyleyebildiğimizden öte olanların baskısıyla yaşadığımız gerilim şöyle dursun. Benim şimdiki kastım dışsal baskıdan kaynaklanmayan içsel gerilim.Yani özgür insanın özgürlük alanının içinde yaşadığı gerilim.

Açayım biraz; tek bir benlik için yeterince basit öyle deneyimler vardır ki, dış baskıdan bağımsız olarak isteklerimiz çatıştığını gözlemleriz. (İşte böyle anlarda benim gibiler özgürlüğün zor zanaat olduğunu anlar.) Yalnız bu arada dışın nerede başladığını anlamak gerek. Sorum için; dış, nedenini bildiğimiz dolayısıyla benliğimizden bağımsız olduğuna emin olduğumuz şeylerdir. İçinse nedenini bilemeyebiliriz. Nedenini bilmediğimiz ve iç olmadığına dair başkaca bir neden bulamadığımız şeylere de iç deriz. Temelde iç dış ayırımımız da benliğimize dair – benliğimizden bağımsız ayrımıdır. Birkaç örnek verelim; acıkmak dışsaldır (nedeni belli, benlikten bağımsız) , çiftleşmeyi istemek dışsaldır (nedeni belli, benlikten bağımsız), herhangi bir karşı cinse karşı hissedilen duygu dışsal ve içsel öğeler taşır (en az bir neden belli <cinsellik dürtüsü>, bu neden benlikten bağımsız; diğer nedenler belirsiz), bir kitabı okumayı istemek içseldir (nedeni belli denebilir, benliğe dair) , birinin bize çay koydurması dışsaldır (nedeni belli, benlikten açıkça bağımsız).

Benim derdimse içsel iki şeyin çatışması. Bir insanın aynı anda hem arkadaşlarıyla sohbet etmek istemesi hem de film izlemek istemesi gibi.

Bu çatışma yani başta tanımladığım haliyle gerilim, sorunluluk şüphesi taşıyan özgürlük yetisine sahip olmamakla mı açıklanabilir? Yoksa bu gerilimin nedeni insanın kendisini tanımaması mıdır? İstekleri parçalayıp güdülere ve dahi dürtülere indirirsek aslında böyle bir gerilim olmadığını mı keşfederiz?

Cevap değilse de içimde kalmasın söyleyeyim : Özgür olmanın her insanın yetisi olmadığına dair klasik söylemleri belki duymuşuzdur. Ama bunu söyleyip de insanları özgürlüğü becerebilenler ve özgürlüğü beceremeyenler diye ayırmak ne gerçeği açıklamış olmanın o ani ve yoğun hazzına ne de genel anlamda huzura erdirebiliyor beni. Gerçeği açıklayamadığımı, seziyorum sadece ve bu sezgiden de şüphe duymuyorum. Çünkü bu sezginin nesnesi zaten sezen. Genel anlamda huzura gelince; herhalde bir benlik için özgür olma yetisine sahip olmadığını düşünmek kadar istenmeyen her tarafımızın dehşete düşmesine neden olan başka pek az şey vardır. Belki de özünde sorunlu bir düşünme tarzı. Ama özgürlüğün temel felsefi niteliklerini bile kurcalamadan girdiğim bu yazıda özgürlük yetisine dair bir sorgulama suya yazı yazmak gibi olur. Bu nedenle yazdıklarımı ciddiye alıp cevap verirsiniz diye düşünüyorum

Demlenememiş Bir Yazı

Not: Birkaç ay önce yazıp, tamamlanmadığını düşündüğümden yayımlamadığım ancak sonra biraz huzursuzlukla es geçtiğim bir yazı. İlk halini dokunmadan yayımlıyorum.

Rüyamın nasıl bittiğini ve nerede zamanı tanımaya başladığımı hatırlamıyorum. Uzun bir uykunun sonunda, güneş yükselmiş yahu, zevk içinde dönüp duruyorum. Çok terlemişim herhalde, terimi hissediyor hatta kokusunu alıyorum ama çaydanlıkta kaynayan çayın uğultusu beni ayağa kalkmaya çağırıyor. Yatağımı yadırgarım sanıyordum da yadırgamadım. Yüksek ve sert bir yatak. Karşımda boylu boyunca asılmış bir kilim, hemen yanda yaşlı bir dolap. Akşamüstü pek bir yakışıksız görünen bu öteberi şimdi taze, ne tazesi be saat kaç, yani bende tazelik uyandıran güneşin tatlı ışığıyla renklenmiş. Yaşadığım yerden çok uzakta ve aslında o kadar da uzak sayılmaz sonuçta dünya kendi çevresini 24 saatte alıyor ben 8 saatlik yoldayım o da külüstür bir arabayla, ama yine de epey uzakta kendimi evimde hissettiğimden daha huzurlu hissediyorum bir süreliğine…

Adını sorduktan beş dakika sonra unuttuğum peyniri çalıyorum taze pidenin üstüne. Baktım biber kızartması kıymete binmiş sofrada, ilişmedim, bizim oradakinden farklı kokan tereyağına dadandım. Sonra kimsenin umursamadığı zeytinden aldım biraz, ne anlar bu eşekler hoşaftan. Her yiyeceğin ayrı bir güzelliği vardır hâlbuki. Dana etini bin bir zahmetle pişirip de bayılanlar şu zahmetsiz peynirin zeytinin tadını hor görürler…

Sabah çayı dediğin akşamkine benzemez hafiften büker dilini. Biz de o kıvama gelince anca, bir hevesle attık kendimizi sokağa. Güneş çoktan çıkmış tepeye, o tepede bizim binaların arasından eve giremese de, ışığı taş sokağı aydınlatabilmiş. Ben de unutmuşum daha dün girdiğim evin yerini, nereye baksam aynı şeyi görüyorum. Ekseri gri boyanmış apartmanlar iç içe resmen, karşılıklı apartmanların iki balkonu arasında 5 metre ya var ya yok. Sokak desen genişliği en fazla 10 metre. Dar upuzun sokaklar. Nerede bir yol ağzı, dönüp baksam gene aynı manzara, dar upuzun sokaklar…

Çocuk gülüşmeleri serpmişler sokaklara. İp atlayanlar var, kızlardan ötede ya kart ya taso ya bilye oynayan kaşları çatık oğlanlar. Bisiklet pek göremedim ama top tabi ki var. Bir de daha küçük kızlar, el ele şarkı söylüyorlar. Tanıdık bir melodi sanki. Belli çocuk şarkısı, belli tekerleme. Sanki birkaç saat yol aldırsak bu manzaraya birden dökülüverecek kara gözlü kara kaşlı kızların ağızlarından kutu kutu pense…

Belli ki bunların ne okul ne sınav derdi var. Hoş bizim yoldaşlardan biri derdi var parlak çocuklar. Ama buradan görülen, o gözlerde tez bitecek gri bir bahar. Bıçkın delikanlılar, burnu havada kızlar ne acı bu oyunları çabuk bırakacaklar. Yine de ekserisinin elinde adi telefonlar, ne Türkçe ne Kürtçe ne İngilizce tuhaf mesajlar bir şekilde yaşayıp gidiyorlar.

Biz o sokakları bitirdik de ne oldu sanki? O sokaklar bizi güneşten koruyormuş meğer. Safım ben de, hayıflanmıştım neden o "taze" güneşin, dar sokaklardan "pimapen" pencerelere girmesine izin vermiyor binalar diye. Sonra oynayan gülen, mesaj atan çocuklar gitti yerlerinde yalvarırcasına su satan çocuklar bitti. Gariptir o biçimsiz şehirde, su satan tehditkar çocuklar upuzun entarileriyle sofuların istimdat ettikleri işleme mihraplı o yerlerin önünde çalışırken ne bu güneşle kavrulan çocukların ne de çocuklar bitip de meymenetsiz tipler başladı mı bizim imdadımızı duyardılar. Secde edenler çıkıp da adımlarını attılar mı sokağa; imdat edenler, ki onlar az evvel dediğimde vakidir, beklese de medet, uzun entarili o kutlu beylerden gördükleri hep melâmet. Halbuki isterdim ben dereyim çocukları o güzel binanın avlusunda güller gibi. Gelsinler o sofular sonra Tanrı'dan ne diledilerse aynısını versinler çocuklara, merhamet dediğin Tanrı'dan da olsa sokak meselesidir insan meselesidir. Avludan da çıkıp karıştı mı dünya hayatına, adaleti unutanların ibadetini; meyhanede dem çekse de, gönüller için eyleyenin sevabından daha evla tutan Tanrı'ya ibadet niye?

Dilime eskimiş bir şeyler yapışmış, tükürüp attım. Ardından kalabalıklara ulaştık. Kalabalık yerlerin biçimi aldatamasa da bizi aslını gördüğümüzden, şaşırttı doğrusu. Geniş caddeler, güneş böyle parlamasa ışıl ışıl yanacak panolar gördük. Bulunduğumuz yerden 5 saat uzaklıktaki yerleri belleyerek bir daire çizsek, aynı geniş caddelere ve abartılı tabelalara defalarca rastlarız herhalde. Velhasıl insan insana, şehir de şehre benzer.

Hatta ülke ülkeye! Renksiz insanlar mesela, renklenemedikler için anlarlar ki uzak kıtadakiler uğursuzluğun kökeni Afrika'dır. Biz de deriz ki nerede ıssız bir yer var orada iki dil bilen eğitimsiz birileri volta atıyordur. Biri derisini değiştiremez diğeri senden münasip olabilir. Sonra birbirlerini avutur gafiller bak ne istediler de olamadılar diye?

Hoş bana ne benim cebimde param var bak bu sıcak nemli kalabalık günde ferah ferah ,serin serin oturabiliyorum. Hey insanoğlu, bilinçsizce üretiyorsun en olmadık ironileri en bilen dediklerimiz sayesinde. Tuhaf ben de, bir sıcaktan bir soğuğa geçince böyle ilk bakışta anlamsız şeyler deme ihtiyacı duyuyorum. Yahu bilen insan sayesinde bulunda klima veya pusula ve sonuçta hiç öngöremeden var ettik ekmek çaresiz para kazanma derdinde olanların  güneşin altında çalıştığı benim gibi tuzu kuruların da dört duvar arası serin iklimlerde keyif çattığı şehirleri veya bilcümle kapitalizmi… Sokağa bu yüzden dönmeli insan, çok esaslı şeyler söylüyormuş gibi görünüyorken hiçbir şey demiyor olmamak için…

Veya sigara için

Bir üniversitenin genişçe bir yerleşkesinde, epey büyük bir binası olan fakültenin epey sıradan bir kantininde, upuzun kavakların altında –yazık ki kavaklar birkaç sene içinde polenlerinin alerjik etkileri yüzünden kesilecek hem de bütün şehirlerde ve yazık ki örneğin hiç incir ağacı görmemiş kent çocuğu bundan böyle kavak da göremeyecek- sabit masa ve sandalyelerde birbirine çok benzeyen kıyafetleriyle birbirinden çok farklı(!) öğrenciler ya çay sefasında ya da ufak tefek bir şeyler atıştırmaktaydı. İçlerinde sonraki derse yetişmenin bildik telaşıyla elindekini tüketme gayretinde olanlar daha neşeli gibi görünse de kediler -tabi ortada onların ilgisini çekecek yiyeceklerden yoksa, hepimiz biliriz ki bir kedi için her şeyden önce et gelir- inceden bir rahatlıkla sigaralarını tellendirenlere sırnaşıyordu. Tabi ister istemez gizemliliğin bildik karizmasına bulanan biri hariç. Hoş zaten o ne kedileri ne de pozları severdi. Boş bir ders, çay ve sigara kimileri için sıkılmamanın yoluyken onun için ve de çokları için bu, her an ulaşabileceğiniz ve belki bu yüzden değeri az da olsa enflasyona uğrayan ve fakat yine de değerli bir huzur kaynağıydı. Belli ki bugün kafası bulanıktı –kantin için yeni bir şey değil bu tabi ki, depresyonun her aşamasına ve tatsızlığın her haline alışkındır böyle yerler ama mutluluk istiyorsanız hastane bahçelerine gidin, hepimiz fakiriz ne de olsa, kaybetmeliyiz eşeğimizi- Aklı bir arkadaşında kalmıştı. Arkadaşıyla en son buluşmalarında gözlemlediği keyifsizlik adeta ona batmıştı. Çünkü bu kadar iyi tanıdığı birinin hep bahsettiği hedeflerine bu kadar yakın olup da böyle mutsuz olması onu rahatsız ediyordu. Böyle anlarda sigara ilginç bir enstrümana dönüşür. Bir umutsuzluğun bir anlaşılmazlığın bir acının karşısında adeta acı çekmekten zevk alıyormuşçasına ciğerlerinizi yakan bu nesneye sarılırsınız. O yoğun duygu her içinize çekişinizde yeniden var olur sanki. İçinde bulunduğunuz durumdan çıkmanın yollarını aramak yerine yakıcı bir nefes almak tatminsizliğimi doyurmanın bir yoludur. Belki bu yüzden biraz da acıları severiz. Ama tabi şu an söz konusu olan umutsuzluğu abartmaya mahal yok. Her şey olduğu şekliyle ilgiye şayan zaten.

Saçı kabarık bir genç girdi az sonra kantine. Arkadaşının yanına arkadan sessizce yaklaştı. Sırtına dokunda aniden, arkadaşı bir anda döndü uykudan uyandırılmış bir yüz ifadesiyle, bir solukta:

-Sen miydin?...

Gelen karşısına oturdu arkadaşının gülümseyerek bakıyordu etrafa. Arkadaşının sevimsiz ruh halinin tam tersi bir haldeydi sanki. Tabi arkadaşı da üzüntüsünün nafile olduğunu keşfedince heyecanlı bir merakla atıldı:

—Yahu sen geçen pek bir neşesizdin. Gören dün geceyi Aysun Kayacı'yla geçirdin sanır.

—Zevksizsin, hep diyorum… Ya onu bunu bırak bugün çok enteresan bir şey yaşadım.

—Belli belli. Anlat hadi.

-Sabah pardon öğlen uyandığımda yanımda kadın filan yoktu. Berbat bir ruh haliyle uyandım ki zaten çok geç uyanınca iyice depresif oluyor insan. Neyse sonra bir duş aldım. Üzerimi giyindim filan. Dedim bu ders kaçtı zaten biraz kitap okuyayım belki keyfim yerine gelir. Daha on sayfa filan okumuştum ki, uyuya kaldım. Tuhaf ama yeterince uyuduğumu sanıyordum. Neyse, işte enteresan olayı da uyurken yaşadım çok garip bir rüya gördüm. Çok garip ama.

-Öf anlat hadi.

-Bak bir binada yaşıyorum, yaşıyoruz. Bir sürü insan var tanıdığım. Ve hepimiz hem aynı binada yaşıyor hem de bir internet sitesinde kullanıcı oluyoruz. Ama şöyle bir şey, sanki eş zamanlı olarak sanal dünyada kullanıcı adlarımızla varken bildiğimiz dünyada tepeden baktığında ortasında büyükçe bir bahçe olan dikdörtgen şeklinde bir binada yaşıyoruz. Yani aynı anda tüm algımızın iki boyutlu metinlerden ibaret olduğu bir dünya hem de bu bahsettiğim bina. Ve bu iki evreni aynı anda yaşarken iki ayrı evrenmişçesine ayırabiliyoruz kafamızda. Ama aynı zamanda birbirine bağlı. İdeal gerçeğin iki görüngüsü gibi. Neyse… Eş zamanlı olarak siteyi ve binayı devlet basıyor. Etrafa yeşil bir gaz yayan gaz bombaları filan, sitede de bizim yazdıklarımızı silen kullanıcılar filan. Sonra biz binanın ortasındaki bahçeye çıkıp polise karşı duruyoruz. Ama elimizde sapını kullanabileceğimiz bayraklarımız bile yok. Yeşil gazlar atan bir grup canavarımsının üstüne yürüyoruz işte. Bu arada sitedeki tüm yazıların da kontrolünü ele geçiriyoruz. Sonra o yazıları kaydırmaya oynatmaya başlıyoruz. Helezonlar filan yapıyoruz. Sanki bir güç gösterisi. İşte site bizim ve siz bize karışamıyorsunuz istediğimiz yapıyoruz. Harfler birer akrobat gibi oradan oraya atlıyor. Hepimiz bahçedeyiz ve koşuyor şarkı söylüyor gülüyoruz. Üzerimizdeki kıyafetler inceliyor, yok oluyor hatta. Bedenlerimizi görüyoruz. Saçlarımız uzuyor. Üzerimizde mat ne varsa pastele dönüşüyor. Kırmızı, yeşil, mavi, sarı, mor daha bir sürü güzel renk. Boncuklar bileklikler sarıyor bedenimizi. Sonra işte bina da site de bizim oluyor. Bize ait oluyor. Ve herkes bizim ne düşündüğümüzü biliyor… İşte sonra uyandım. Acayip bir huzurla. İnanılmaz bir neşeyle. Yaşama isteğiyle doldum. Ve o an sorunumu aştım. İşte o an. Ne için uğraşıyorsam ben, belli ki zamanla şüpheye düşüyorum onun hakkında. Bu doğal bir şey biliyoruz zaten. Düşün insanlar bir yol edinmiş. Ne olursa artık. Uzun vadeli bir yol. Bu ne olursa olsun biz kaçınılmaz olarak biraz uzağına düşeceğiz. Çünkü çok basit istekler ve hatta dürtüler dahi olsa bahsettiğimiz, yol tuttuğumuz zaman idealize ediyoruz gerçekliği. Ama bunu sen de biliyorsun her an değişiyoruz. Önceden belirlediğimiz yollarda aşamalar kat ettikçe bunun olmaması değil daha bariz bir şekilde açığa çıkması zaten, bence, iyi olanı. Değişmeliyiz arkadaş. Değişiyoruz işte. Bizi asıl mutlu eden şey o aşma hissi işte. Değiştikçe, biliyorsun, yeni şeyler beliriyor önümüzde. Ve biz belireni aşınca ancak mutlu olabiliyoruz. Bütün varlığımız değişimlerin ve aşmaların bir toplamından ibaret.

-Belli ki sen bu ilginç rüya ile aşırı romantikleşmişsin. Benim için sorun değil, aşabildiğine göre. Ama dediklerin birkaç gün sonra, ne demişim ben yahu diyebileceğin türden şeyler. Evet değişiyoruz. İsteklerimiz de öyle. Ama herhangi bir anda biz ne istediğimiz biliyor muyuz? İsteklerimiz de gerçekler de her an değişir ama biz herhangi bir anın dahi bilgisine varamıyoruz. Sen ne dersen de en basiti bence, bedenimizi kullanmaktır mutluluk için. Tüm varlığımızı üçe bölelim. Çevre, beden ve iradesi olduğunu varsaydığımız yani buna da ben diyelim. Ben bedene bağlı. Bedense çevreden direk etkileniyor. Ama ben ile çevre arasında kesin bir zorunluluk yok. Hatta bazen apaçık olanı yok sayabiliyoruz. Ben dediğim şeyi kendi içinde mutlu etmek çok zor. Bedenin mutluluğunun ise yolları belli ve sonuç garanti. Tatmin olamayız diyebilirsin. Ama çevreyi değiştirmekten aciz ve bedene tai bir benle uğraşıp biraz huzurlu olabilmek için fantastik bir rüyaya muhtaç olmak yerine, ben dediğim şeyi bedene uygun kurarım ve artık kafa karışıklığım, kafa karışıklığımız mide bulandırıcı olmaktan çıkar. Haatta şiir okurum artık. Bolca roman okurum. Belki hikayeler yazarım. Bedeniyle yaşayan bir adam olur ve eski bulantıları karakterlerime çalarım rastgele. Onu bunu bırak da kesin sigarayı bırakırım ulan…

Siz bunları bırakın bence. Bunun gibi hikayeler biliriz ki bu mekanda hele de şu zamanlarda çok olur. Benim size tavsiyem anlam veremediğiniz şeylere anlam vermek yerine sigara için. Arada bir kafa çekin. Mevzularınızın arasında bir "ağır mevzular" kategorisi olsun. Yalnız içerken açın içini. Veya sigara için. Veya, benden değil, iyi bir yazardan dinleyin böylelerin hikayesini. Ya da elinize bir kalem alın…

Arayış

Arayış

Sonbaharın öz mukayesesinde
Yalnızca görüntüde mağrur
Yalnızca görüntüde keder
Boşluğa bakmanın hüznü üzerimizde

Arzunun kamçısı var
Bezgin olmanın isyanı
Umudun dokunuşu var, garip...
En içte, benliğin baskısı var üzerimizde

Söylüyorum işte dinle;
Değiştirebileceğimiz şeyleri değiştirememenin utancı var üzerimizde!

Huzursuzluk

Karabasan

Karabasanlarla tanışmadan çok önce hayatım, güneşli bir ilkbahar sabahının zarif yaprağındaki çiy gibiydi. Sevimli ve belki rahatlatıcı ama yine de bir şekilde hüzünlü. Her anımı dolduran sözcükler vardı hayatımda, cümleler zahmetsiz çıkıyordu bedenimden. Öyle kolay yaşıyordum ki en bayağı hatıralarımda bile tatlı bir heyecan duyumsuyorum şimdi. Gel gör ki şimdi, pek az heyecan duyabiliyorum. Hayır, bu duygusuzluk değil. Tersine bir duygu batağı. Sevemediğim bir kokusu ve acı olmayan fakat hayatta acı ne varsa onu düşündüren bir tadı var ruh halimin. Gereksiz melankolilerimi özlerken dahi nefret ediyorum kendimden, tüm sıradanlıklar içinde üzerinde durmamamız gereken şeylerin üzerinde acıyla duruyorum diye. Duruyorum evet, her an bir anlamsızlık çökse de üzerime farkındayım neyin üzerinde durduğumun. Ama her an yüzüme çarpıyor acı. Anlamsızlık doluyor bedenime. Birkaç dakikalığına tüm hayattan kopuyorum. Yabancı oluyorum dünyaya, dünya yabancı oluyor bana. Sonrasında haykırmayı beceremediğim deneyimler döndürüyor beni gerçeğe. Ve anlamsızlık seanslarını bekliyorum. Şiir gibi yaşamayı özledim…

İmgelerin ardına sığınmak yerine haykırmak istiyorum. Ama imge, tüm o gizemiyle koruyor beni. Açık etmeyince kendimi, daha da edebi olabiliyorum, daha ebedi olabileceğimi sanıyorum. Böyle sanrılar da yeni anlamsızlıklara gebe, biliyorum. Ama dışa vurmak kolay mı?

Derler ki mutluluk huzur içinde yaşayan bir insanın tehlikeye düşmesidir. Ki kim diyebilir mutluluk dediğimizin bir yoğunlaşma olmadığını? Fakat yoğunlaşmaktan ziyade hakikaten boşalmak istiyorum. Ve huzur dolsun bedenim diyorum.

Hayaller

Hayal ediyorum gece yatmadan önce debelenirken. Ardahan'ın bir dağ köyünde doğmuşum örneğin. Çağı geldiğinde endamım fark edilir olmuş. Birine sevdalanmışım da evlenmişim. Sonra çocuklarım olmuş. Erkeklerin içinde erksiz kalmışım doğurdukça. Köy kadını olmuşum anlayacağınız. Acaba nasıl acı çekerdim?

Veya Paris'te ünlü bir kozmetik firmasının ortaklarından birinin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Zenginliğimi karşılayacak tüketimi yapmışım hayatım boyunca. Simit yememişim mesela ömrümce. Hoş Paris'te bizim anladığımız simit kavramı yoktur belki… Ama işte en parıltılı sınıfın asil bir üyesiyim. Acaba nasıl acı çekerdim?

Örneğin bizim eski evin arkasında çok oynasaydım basket. Sonra bakarsın seçilmişim bol sponsorlu bir takıma. Oyna kazan, oyna kazan. Acaba nasıl acı çekerdim?

İstediğim bir şeyi yapamadığım için mi huzursum yoksa gerçeğe katlanamadığım için mi? Gerçeğe katlanamayınca mı yeni bir şeyler istiyorum, bir şeyler isteyince mi gerçeğe katlanamaz oluyorum?

Tabi filmlerde, kitaplarda olmadık laf salatalarıyla geçmek kolay. Halbuki edebi veya ebedi olsun diye değil, huzur bulmak için yazar insan.

Neden

Hatırlıyorum da çocukken kasetçalarımı bozmuştum. Onarmak benim için ne önemliydi! Öyle demeyin bu çocuğun size sandığınızdan daha fazla benzer yanı var.

Basit diyorsanız asıl hakiki bir zevki yaşama isteğinden başkaca bir anlamı varmışçasına tüm yaşam enerjisini sevgilisine ulaşmak için harcayan adamı/kadını da basitlikle suçlayın! Sanıyor musunuz ki onlar birbirlerini tanıyorlar. Onlar tanımıyorlar birbirlerini ve muhalefet edilemez bir gerçek onları birbirine bağlıyor ve aşılabilir gerçekler onları ayırıyor. Ama onların hayatlarının herhangi bir alanındaki gerçeklere tahammülleri değil gerçek olana uygun davranışlarının gerekleri ilgilendiriyor sadece?

Aşk diyorlar ne biçim şey? Ama niye aşık oluyoruz diyorlar mı? Niye mutluluk için aşk gerekli diye kendilerine soruyorlar mı? Niye seviyorum diyorlar mı? Onu niye seviyorum değil, niye sevme eylemini yapıyorum?

Hâlbuki ben en basitinden, neden insanların emeklerinin satın alındığı bir düzeni sevmiyorum diye soruyorum kendime.

Sormak bir şey değiştirmiyor tabi ki. Hala huzursuzum. Ah bir şeylere kaptırıp yaşabilmek yok mu? İşte onu görürseniz bana uğramasını söyleyin.

Üç Kişinin Fotoğrafı

Ayla Hanım özlemle sulardı her gün penceresinin önündeki çiçekleri. Bir zamanlar bütün evlerinin pencerelerinde çiçekler olan bir sokakta oturuyordu. Şimdi oturduğu ise çoğu zaman sessizdi. Daha çok apartmanı olan bir sokak olmasına rağmen çocuk seslerinden bile yoksun bir sokaktı. Hatta evlerine sanki insanlar belli aralıklarda girip çıkıyordu. Sanki o aralıklar dışında kimse sokaktan geçmiyordu. Hadi geçse bile yüksek ihtimalle hızlı hızlı sokağı adımlayan yolunu kaybetmiş bir genç… Eski evinin önünde karpuz kamyonları taptaze karpuzları satıyordu aşağı süpermarketteki karpuzun fiyatıyla kıyaslarsak yok pahasına. Sonra sadece karpuzcu değildi etrafta seyyar esnaf, hıyar, domates satanı da gezerdi el arabasıyla. Hoş mahalle sakinleri mümkünse çoğu sebzeyi meyveyi pazardan almak isterdi, kafana göre mal beğenirdin orada çünkü. Salça mı yapacaksın şöyle ezilmeye başlamış olanlarından al. Ucuz diye hor gördüğün portakaldan öyle güzel meyve suyu çıkar ki!

Pencereden dışarı baktın, bir hareket yok, ya içeride. Yok tüm o komşuluk bitti edebiyatına rağmen hala zor gününde yardımcındır kapı komşun. Sonra üstteki pek hoş bir kadın, dedikodudan oğlundan kocasından bahsetmek yerine hakikaten ilginç ve yeni şeylerden söz ediyor. Ama bir eksiklik var yine de. O cıvıl cıvıl eski mahallede insanlar çok daha samimiydi. Yani ne bileyim hemen ileride bir Çingene otururdu mesela. İki gün rahat dursa üçüncü gün bir manyaklık bulurdu. Yani en azından kendini Çingenelerden ayrı gören Sünni mahalleli için onların yaptıkları manyaklıktı. Ve evet aleviler de vardı. Hem de hiç anlaşamamalarına rağmen. Hem de onca kanlı zamandan sonra. İç içe yaşarlardı. Hatta zamanla yakınlaşşlardı bile, hatta işgüzarın teki mumsöndü saçmalığından bahsetse daha Alevilerin kulağına gitmeden şamarı yerdi. Burası ise hakikaten laik bir mahalle. Şu karşı binadakiler satanist mi onu bile bilmiyoruz.

Hoş kapıcıya veriydim geçen aşureyi de, evde olan herkes almış iki apartmandan, o keçisakallı da almış. Kapıcı demişken acaba Hikmet'in karısı almış mıdır bana keçiboynuzu? Öyle demeyin buradakiler saman gibi…

*

Hikmet iki apartmana bakıyordu. Üç sene önce olacak, abisinin bir tanıdığı bulmuştu bu işi. Eve para ödemiyorsun, ısınma masrafı yok, üstüne 750 lira maaş. O zaman da paçayı kurtardım diye düşünmüşşimdi de öyle düşünüyordu. İlk gençlik yıllarında azıcık hayalperest olmuştu tabi. Ama babada para yok abide para yok, aç gelmişsin be adam okumamışsın. Kendini kandır istediğin kadar şu Ahmetlerin Sedat'ından daha akıllı biriyim, şu Veli denen çocuk bir baltaya sap olamaz ben hepsinden daha farklıyım. Ama hakikaten farklı olsan da yetmez aslında. Bunu önceden de biliyordun. Olacak buydu ne yaparsın.

Ama insan farklı olduğuna dair düşünceden kolay vazgeçemez. Hem daha gençsin Hikmet, otuzdun değil mi? İşte belki bu yüzden bu getir götür işinde bile diğerlerinin pek düşünmeyeceği şeyle düşünür oldun. Bir adam sürekli evine öte beri dolu poşetlerle geliyorsa yalnız sen değil senin mesleğindeki herkes bunu bir kenara not alır. İşte en yağlı müşteri. En gülümser tavırlarla kapı çalınır, kibar davranılır, hızlı hizmet edilir. Bakarsın pinti herif koklatmıyor bir şey, tavır değişir "Var mı alınacak bir şey?" Ama Hikmet'inki bir tuhaf inceleme. Ve yalnızca çok tüketenlere değil herkese karşı bir ilgi. Kim ne getiriyor evine? Ne sıklıkta tüketiyor bunlar? Senin evlere servis ettiklerin günlük ihtiyaç peki haftalık ne giriyor evlere? Tuhaf diye düşünülebilir, neden insan bunları merak etsin? Ama zamanla poşetten karakter tahliline giriyor insan. Misal bir poşet içinde tuzdur pirinçtir yağdır bunların dışında çoğunlukla et çikolata alkol dondurulmuş gıda mı giriyor? Bir kere bu adam genç ve iyi kazanıyor. Kültürlerine bağlı biri değil. Büyük ihtimalle televizyonda –tabi eğer televizyon izliyorsa- yabancı dizileri takip ediyor. Şu adamın poşetinde göze çarpan meyve. Çok tüketiyor meyveyi. Sonra kuruyemiş bisküvi gibi şeyler alıyor arada bir. Tamam işte bu adam da orta yaşlı biri. Ayda iki bin lira ancak kazanıyordur. Canı börek veya pasta mı istedi karısına yaptırıyordur… Ama Hikmet zamanla daha ilgi çekici şeyler de keşfetmeye başladı. Mesela 6 numara Su işlerinde çalışıyor. 8 numara da öyle. Aynı dairedeler yani. Ama 6 numaradaki işçi statüsünde çalışıyor, yükseköğrenimi yok. 8 numara ise maliye mezunu. Öyle pek parlak bir adam değil herhalde ki 50 yaşına yaklaşmasına rağmen ortalamanın biraz üzerindeki bir memur maaşıyla yaşına göre az sorumluluk isteyen bir mevkide çalışıyor. 6 numaranınsa geleceği parlak. Öyle çok çalışğında veya işi iyi bildiğinden değil, işini bildiğinden. Bu iki adamın evine giren para arasında yüz liralık filan bir fark var. Dışarıdan görsen işçi olan daha kaba saba, o özene bezene seçtiği şık -belki biraz fazla şık- kıyafetlere rağmen. Memur olanınsa yüzünden akıyor adeta bir üst gömlek olduğu. Hatta sanki bir müdürmüş gibi görünüyor. Hatta genel müdür… Hoş yükselseydi vaktinde kürkünün adamı olabilirdi. Neyse, bu iki adamın aldığı para yakın işte dediğim gibi. Ama ne tükettiklerine bakıyorsun, memur Bana göre lüks olan şeylerden bolca tüketiyor. Ama işçi öyle değil, sanki aldığı maaşın yarısını alıyormuş gibi yaşıyor. Ve Allah var, işçi öyle pinti bir adam değildir. Pazarları özellikle dairde o hafta üstlerinin gözüne girmişse ekmek ve gazete için yüklü bahşiş verir. Ama işte az tüketir. Misal memur hiç bizim fakirhaneye inip eskileri vermez olduğu gibi atar, ama işçi gelir ve küçük oğlana da küçük gelmeye başladı deyip verir eskileri. Sonra ben bu adamları ikisine de aynı şekilde seslenemem. İşçi olan aslında sevinirdi ben ona Bey desem ama demem işte alışkanlık. "Abi"dir o benim için. A'yı çekinmeden uzatırım karşısında. Ama memur Bey'dir işte.

*

Şu bizim müdür ne garip adam diye düşünüyordu Gündüz "Abi". Yahu adama dışarıdan yemek geliyor, kebaplar türlü salatalar… Adam iki lokma bir şey yiyor, sonra talimat veriyor "Hemen toplamayın…" Hemen toplanmasın ki sekreter, ben, yan odadaki denetçi filan… Ziyan olmasın yani. Zaten adamın bir bu yönünü seviyorum. Yoksa konumu sağlama almak için sabahtan akşama arkadaşlık ediyoruz adama. Yani ben hiç anlayamıyorum, hani bu parti zaten iyi bir parti değil. O tamam, ama böyle adamları buralara atıyorlar ya hayret doğrusu. Kadrolaşma, ülkenin yarası bu işte… Hoş ne zaman ben bundan bahsetsem bana çemkiriyorlar: Adam sen de! Senin orada bulunmanın sebebi kadrolaşma değil mi? İyi de ben kurallara uyuyorum. Kuralları koyanlara kızmaya elbet hakkım var. Zaten devrilmedi gitti şu parti… Hem ben miymişim en yalaka? Yahu şu sekreter var ya, eski hükümet döneminde mini etekle gelirdi işe ya! Şimdi haline bak oruç tutmalar kandillerde tebrikler filan. Utanmasa perukla gelecek daireye! Ben yalaka olsaydım bu konuda da yalakalık yapardım. Ama şu yaşıma kadar yaptığım tek şey bir sürü oduna ve ya beceriksizce hazırlanmış ya da birilerinin cebini ziyadesiyle dolduran projelere olağanüstü şeylermiş gibi tepki verdim. Fıkradan da bildiğimiz gibi bir eşeğe insan demek özür dilemek suç değildir ayıp değildir…

Hanım pek surat yapıyor son günlerde. Bunalıyormuş. Bizim dairedeki kokonalara benzemeye başladı. Depresyondaymış. Hayır, ben ilme güvenirim gitsin psikologa ama neymiş? Paramız boşa gider. E boşa gidecek tabi ne yapalım? Eski mahalleyi özlüyorsun tamam. Ama sen değil miydin geniş bir ev alsak, sessiz sakin. Kendi evimizde rahat rahat kullansak eşyalarımızı. O evde kullanamıyordu kadın çeyizlerini. Hey Allah'ım…

Ama hakikaten burası farklı bir çevre. Zaten en başta bizim dairedekiler gibi yaşamamızın bize uymayacağını bilmiştim. Yahu bu adamlar kendi söküğünü dikemez. Genç memurlar tabi, çok da bizden farklı değiller. Ama memurluğun memurluk olduğu zamanlarda memur olanlar hele de atanmışlar… Bir şekilde oraya geliyorlar veya hep oradalar, ama birkaçı hariç hepsinin arkasını sıradan insanlar temizliyor. Hayatı boyunca tepeden bakmış adam etrafına, hayatı boyunca yaşadığı çevreye göre iyi para almış öyle öyle farklı olmuş işte bizden. Ama biz geleceğimiz için olmadım şeyleri bile yaparken bizim oğlanın dershane masrafını düşünürüz. Sonra dişimizle tırnağımızla eh biraz da yeteneğimizle bir yere gelince işte bir an hep sevmediğimiz adamların hayatına girmeye başlarız.

Bilmiyorum, belki de daha toyken anladığımız şeye göre yaşamalıydık. Koyduğumuz hedefler bizi mutlu etmiyor. Biz de eksiğiyle gediğiyle hayatımıza dönüyoruz. Onu sevmeye başlıyoruz. Ama hedef meselesi insanın peşini bırakmıyor. Belki de hiç hedef koymamalıydım. Ama olmadı işte. Bazen kendim bazen karım bazen çocuklarım için, bir adım ileri atladım. Her adımda uzaklaştım eksik ama mutlu hayatımdan. Yeni hayatıma da uyamadım işte. Ama uyacağım tabi ki. Buraya da alışacağım. Değişeceğim, değişeceğiz. Bir hayat değişmekten mutlu olmaya vakit ayıramadan geçip gitmiş olacak… Belki de bugün karamsarlığım tuttu. Ama biraz da iyimser bakarsak hayata, oğullarım, kızım benim başladığım yerden başlamıyor hayata. Ve biraz belki bu yüzde beceriksizler ama onlar herhalde, üstte durabilecekler. Hem belki de onlar altındakilerden daha iyi bilecek işi –gerçek anlamda işi-…

Aman canım ne çok düşünüyorum. Her şey geçer gider… Biz de yaşıyoruz işte dertsiz daha ne? Hem sanki Aylin hanım bunları düşünüyor mu? Ne yapıyordur şimdi? Kabak yapmıyordur umarım…

Ağyar veya Boyundan Büyük Bir Öykü Denemesi

Haber tez yayıldı köyümüze, Ağyar köyüne. Yahudi'nin biri gelmiş Mehmet Ağa'nın elmalarının orada, derenin ötesindeki toprağı almış. Yahu o toprak kimindi? Muhtar da hatırlamıyor, tapu kaydına bakmalıymış. Hoş Hilal Emmi'nindir diye bir şey duymuş kulağı kesik ninem. Bu Hilal Emmiler sülalecek çalışkan insanlarmış. Çabuk mal mülk sahibi olmuşlar. Mehmet Ağa'nın babası için pekiyi şeyler söylemez ninem ama bunlara karışamamış işte Mehmet Ağa. O toprak da onların kalmış. Gel zaman git zaman bunların oğulları Acı Vatana gitmiş iş tutmaya. Beş yıl geçmiş, duymuşlar ki üç kardeş orada kendi işlerini tutmuş. Hilal Emmi'yle zevcesi hariç tüm sülale göçmüş yaban ele. Rahmetliler pek yaşamamış o günden sonra. Ninem, hep oğulları toprağa geri dönsün diye ağladılar diyor ama benim bu bütün hikayeye inanansım yok. Hem ninem uydurmayı sever. Lakin doğma büyüme buralı ben, nasıl hiç düşünemedim burası kimindir diye, anlamış değilim. Neyse işte, bizim sıkıcı köye hareket geldi bu vesileyle. Önce kamyonlarla inşaat malzemeleri geldi. Sonra daha ev olmadan hatta daha temel bile atılmadan Yahudi geldi. İlk günden jandarmayla gezdi toprağında, bizimkilere gözdağı vermek için besbelli. Ama köy ahalisi durur mu, bizim tembel gençlik hemen çıkardı bayrakları. Ne yapalım ne edelim? Haydi jandarmaya gidelim. Ben dedim tabi, kardeşler mülk vardır mülkiyet vardır isteyen gelir alır. Anlamadılar tabi, Türk toprağında Yahudi eli olmazmış. Ben de takıldım peşlerine, komutan bunları paylar da eğlence çıkar diye. Boşa heyecan etmişim, adam bunlara türlü vaatler vermez mi? Yok en fazla şu kadar toprağı olabilirmiş. Onun da kuralı varmış. Şöyleymiş böyleymiş. Ahali çıkınca iliştim yanına da dedim tabi, yav komutan sen dediğine inanıyor musun? Okumuşuz ya, bana yalan atamıyor. Eğildi kulağıma, bu cahiller bir delilik yapmasın diye öyle dedim dedi. Haksız da değil kızamadım şimdi. Normalde olsa cahillerin suratına vura vura anlatırdım da gerçeği gitmeyiverdim o gece kahveye. Bırak ne ederlerse etsinler…

Bir ay sonra

İsrail'in oğlu gelir böyle de diker binasını. Ne hız ama. Bizim tembellere kalsa o saray yavrusunu bir senede bitiremezlerdi. Ben şehirde okuduğumdan biliyorum, aslında mümkündür tez dikmek evleri, tez sürmek tarlayı. Ama şehirli bilmiyor ki bizim köylüyü. Bizim köylünün karşısına Muhammed çıksa dese her sene bir kitap okuyun mırın kırın ederler. Yok sade tembellik değil, bakmayın dediğime; buranın ahalisi biraz yaşlanınca erken uyanmayı tez çalışmayı da bilir de aman değiş deme. Onlar kitaba değil atalarından öğrendiklerine iman eder. Tabi ben şehir gördüğümden anladım, köyle bir değil tabi. Şehirde bir canlılık ne derler dynamisme var. Burada mevsim mevsime gün güne benzer. Neyse… Adam ailesini de getirecekmiş yakında. Pek para harcadı ama. Altında maden mi var ki o toprağın? Aman yalnız, bu dediğimi köylü duymasın. Zaten bir maden lafıdır gidiyor. İlk Halil Emmi'nin oğlu yumurtladıydı. Toprağın altında altın varmış. Hatta Yahudi gelmeden önce oralarda oynayan çocuklar altın buluyormuş oralarda. Daha birkaç ay önce bilmemnenin bilmemnesi koca bir tam altın bulmuş. Hikayeyi duyup da yahu tam altın çıkar mı topraktan diyince öğretmen bey, dedikoducular çark etti. Tam altın değil tam altın büyüklüğündeymiş güya. Bunlarınki de laf! Bunla da bitmedi bir de sonra başkaları çıktı. Hatta bir tanesi petrol var orada dedi. Kendisi de biliyormuş güya. Oraya gidip traktörünü o petrolle dolduruyormuş. Şehirde anlatsam bunu inanmazlar valla… Ama dedikodulardan daha vahim şeyler de oldu. Hoş ben tahmin etmiştim. Bizim ayaktakımının işi mi var, çıkardılar bayrakları birkaç kez gittiler Yahudi'nin evine. Pek bir şey yapamadılar ama. Jandarma göz kulak oluyor oralara. Her olayda da iki öğüt hadi eyvallah… Asıl kahve tam şenlik yerine döndü. Yahudi'ye küfredenler, bizi sömürüyorlar diyenler… Ulan vaktinde bu köye komünist de gelmiş az daha öldürüyorlarmış adamı, ne sömürüsü? Tabi ben daha küçüktüm o zamanlar hatırlamam… İşte bugün yine gidiyorlar Yahudi'nin oraya, bu Yahudi hiçbir şeyi değiştirmediyse şu köylünün ataletini değiştirdi, helal olsun.

Bir ay daha

Ben derim hep, tamam okumuş adamım ama bir köylünün işine bir de Yahudi'nin işine akıl erdiremem. Meğer elma dikecekmiş Yahudi. Buranın elması pek güzeldir, tüm köy telef etmeden ürünü alabilse sırf elma doyurur köyü. Tabi elma işi duyulunca köylü iyice kızıştı. Mehmet Ağa da başından beri biliyormuş meğer elma meselesini. Daha doğrusu tahmin ediyormuş, bizim kurtçuları da kimin gazladığı ortaya çıktı. Hoş artık gerek kalmadı gazlamaya, şimdi köylünün tamamı Yahudi'yi sürmek istiyor. Biz de ninemle gülüyoruz olanlara. Bu arada, Yahudi'nin ailesi geldi. Bir büyük kızı var. Ninem sana bakmaz o diyor da hele dur bakalım gün ola devran döne… Asıl olayı anlatmayı unutuyordum az kalsın. Bizim çulsuzlardan Semih, hoş diğerlerinden akıllıdır severim, Yahudiye uşak olmuş. Tabi kurtçular nasıl delirdi duyunca! Ama Semih öyle kaçmadı geldi kahveye, dedi böyle böyle işler var. Bırakın boşa kürek çekmeyi de adam gibi ekmek yiyin dedi. Kurtçuların bir kısmı yumuşadı da yine o reis dedikleri tipsiz, bunun ailesi de iyi pabuç değildir, çıktı kovdu bunu kahveden. Ama şuraya yazıyorum o gençler Yahudi'nin kapısına kul olmazsa ben de bu köyün okumuşu değilim… Ha bayrakçıların sayısı arttı şu elma meselesiyle. Köyde her gün merasim var sanki. Kırmızıya boyanıyor köy, yaşlı genç. Ben de bundan böyle arkalarındayım yalnız. Belki kızı görürüm…

Üç ay sonra

Sonunda bayrakçılar tükendi. Ben, tabi, gidiyorum bir şekilde her gün. Umut fakirin ekmeği… Kâhyasıdır, hizmetçisidir, tarlada işçisidir bu Yahudi minik bir fabrika kurdu daha şimdiden oraya. Köylüler de çözülüverdi haliyle. Protesto için en önde yürüyenler en kıyak işlere girdi. Hatta şu it vardı ya bahsettiğim, reis dedikleri. Sırf işi başkası kapmasın diye koyun sürüsüne çoban olana kadar köyün bütün gençlerine kötüledi Yahudi'yi. Zamanı gelince de uyandırmadan kerizleri işi alıverdi. Fark edince gençler olanı biteni, kul oldular kapısına Yahudi'nin. Kahvede de laf ettirmez oldular. Mehmet Ağa'nın oğulları bir laf etti mi, hemen koro halinde Mehmet Ağa pazarda elmasını daha çok satmak için köyün gençlerinin ekmeğiyle oynuyor, ülkenin ekonomisine karışıyor demeye başladılar, vatansever ya kardeşlerim. Hatta sonra Yahudinin yanında çalışmanın en büyük milliyetçilik olduğunu söylemeye başladılar. Nineme anlattıkça ninem gülüyor. Dahası köyün bakkalıdır, kasabıdır başta bunlar baya karşıydı Yahudiye. Yok dinini seven bu Yahudi'ye hakkını bildirmeliymiş yok bilmem neymiş. Ama baktılar Yahudi en iyi müşterileri, sonra Yahudi'den ekmek yiyen eskinin çulsuzları her gün sigara alır oldu, her gün kıyma alır oldu bunlar da çark ediverdiler. Öğretmen bunların yüzüne vurunca iki ay önce dediklerini bunların gözü döndü demediklerini bırakmadılar. Diğer dedikleri neyse de dinsiz dediler ya adama o an anladım bu Yahudi'nin buraya gelmesi çok iyi olmuş. Kim ne kadar adam ortaya çıkıverdi. Ha bana gelince, kızı güzel olduğundan veya şoförü olduğumdan (Hayırlı olsun!) demiyorum Yahudi geldi millet çalışır oldu toprak işler oldu. Hayırlı oldu vesselam, hayırlı oldu…

İki buçuk sene sonra

Güya zekiyim okumuşum, yahu bu Yahudi'nin yaptığını hiç mi göremedim şimdiye kadar? Öğretmen demişti de inanmamıştım. Komünistlik yapıyor bu demiştim. Ne kadar doğruymuş. Yahu tüm köylü sesini kesince, üstüne Mehmet Ağa da ölünce bu herif önce Ağa'nın topraklarını aldı. Ama ne parayla, Ağa'nın oğulları üç gün öncesine kadar demediğini bırakmadığı adamın elini öpüyorlardı güpegündüz. İyi gene meymenetsizleri görmedik bir daha. Göçmüşler. Sonra bu Yahudi, toprağı olan köylünün bir bir çaldı kapısını. Dedi çoluğunuz çocuğunuz burada cahil kalmasın gelin toprağınızı bana satın sonra bu toprakta yine siz çalışın, eskiden tüm sene çalışır hasat zamanı sene boyunca harcadığınız kadar para kazanırdınız anca. Benim için çalışın size daha çok veriyim. Hem de her ay ödeyeyim… İsrail oğlunun dedikleri birkaçı hariç hepsinin çeldi aklını. Yani kimse çocuğunun köyde kendisi gibi çiftçi olmasını istemiyor. Şehre gitsin okusun lüks yaşasın istiyor. Kim onlara kızabilir? Neyse efendim, sonra Yahudi köyde kasaptır bakkaldır berberdir bunları da satın almaz mı? Bunu öğretmen de pek anlayamamış. Tekel diye bir şeyden bahsetti ama bu olayda bir gariplik varmış. Neyse işte sonra bir şekilde köyün tamamının sahibi oldu. Ama kimse efendi demiyor ona. Patron diyorlar. Anlamı da şehir efendisi işte, şehirden biliyorum ben de. Buraya kadar yine iyi gibiydi. Sonra bir anda fark ettik. O eski zenginlik zamanı bitiyor. Yahudi dedi ki bize bu bakkalları kasapları filan aldım zaten, size kâr koymadan satayım. Ama karşılığında da maaşınızı indireyim. Hani aslında bizim rızamızı sormuyordu, ama "velinimet"imize şükranlarımızı sunmaktan geri kalmadık. Ama bir baktık ki et bir pay ucuzluyorsa maaşımız iki pay düşüyordu. İsyan etsek işten atardı şüphesiz. İşten atılmak tamam da atılıp da elde avuçta kalan az bir parayla, Yahudi'nin toprağından geri kalan yerlerde, birkaç dönüm toprak alıp, kendi toprağımızı işlemek zor geliyordu bize. Hem o toprağını satmayanları tek mevsimde yıldırmıştı bu adam. O kadar insanı öyle verimli çalıştırıyordu ki, hem iç piyasada tekelleşiyor hem de dışa ta İsrail'e ve başka başka ülkelere ihraç ediyordu meyvelerimizi. Sen nereden biliyorsun derseniz ninem gibi kulağım kesiktir benim. Ayrıca şoförüyüz gavurun bileceğiz tabi bunları. Kızı mı? Merak etmeyin o zaman da biliyordum boş hayaller kurduğumu. Ama beni her gördüğünde bana böcekmişim gibi davranan o kızdan bu kadar nefret edeceğimi hayal edemezdim. Kader.

Üç gün sonra

Delirdin mi sen diyor ahali. Ne delirmesi yahu? Katlanamıyordum, bıraktım işte… Ninemi de alıp şehre vuracağım. Bitirememiştim fakülteyi ama belki şimdi bitirebilirim. Çalışırım yaparım bir şeyler. Burada nasıl kalabilirim? Nasıl kurtaracağız toprağımızı? Nasıl kurtaracaktık toprağımızı, hukuk böyle diyordu toprak onundu. Ya kendimiz? Toprağı karın tokluğuna işlemek yahut şehre göçüp iş dilenmek. Bize kalan bu değil mi? Öğretmenin dediğine uyup burada kalsam, öğretmen dediği gibi grev yapmak için ahaliyi gazlasam…

Altı ay sonra

Gitmedim yahu. Kaldım öğretmene uyup. Sonra Yahudi'ye gidip işimi istedim. Sorgusuz verdi kafir, benim gibi süreni zor bulur. Ama bu sefer eskisi gibi umutsuz değilim. Hepimiz bir anda bıraksak işlemeyi toprağı. Çoban otlatmasa sürüyü. Ben sürmesem arabayı. Traktör sesi sussa. Bir kerede karar verdim ve koyuldum işe. Bütün köylüyle tek tek konuştum. Dedim ki onlara eskiden ağa vardı şimdi patron. Güya siz özgürsünüz ama şehre göçerseniz sefalet, burada kalsanız Yahudi'nin elinde geleceksizlik. Çocuğunuz da burada mı çalışsın istersiniz? Yahu ne için çalışır insan? Her gün emeğimizi veriyoruz her gün zincirliyoruz kendimizi toprağa, karşılığında yemek. Bir de televizyon izlemek var tabi akşamları kahvede kös kös oturmak. Ne farkımız var tarlayı sürek öküzden? O da beslenmiyor mu? Ne farkımız kaldı traktörden? O da işlemiyor mu? Oğullarımız öküz kızlarımız Patron'un kapısına hizmetçi yahut yalnız oğul veren birer makine… Ne olduk biz? Kendi toprağımızda köle… Düşündüğüm kadar iyi tutmadı bu dediklerim ama, biraz olsun kızgınlıkları anlam kazanmaya başladı insanların. Belki daha iyi konuşmalıydı, belki kadından bahsetmemeliydi. Ama yine de birkaç yürek duydu beni. Sonra beni duyanlar başkalarını ikna etti. Başkaları başkaları. Sonra o gece, ahali tüm nefretiyle çaldı kapısını Yahudi'nin. Eğilmiyorduk karşısında, gözlerinin içine bakarak istiyorduk hakkımızı… Jandarma geldi sonra. Kimilerine göre kurtarıcımız… Dinledi iki tarafı da. Sonra kalktı omsunda birkaç çizgiyle, gürledi ahaliye: "İstemeyen gider!". Yıldılar belki ilk başta, ama tekrar birleştik. Başka bir gün bir daha. Başka bir gün bir daha. Ve sonunda vermeye başladı Yahudi payımızı. Dinlenme hakkımızı. Sadece ekmek için çalışmıyorduk artık. Artık geleceğimiz için çalışıyorduk, artık hakikaten kendimiz için çalışıyorduk.

Yazarın Ölümü

Durdum tarlanın ortasında, haykırdım. Kardeşlerim biz işliyoruz bu toprağı. Kardeşlerim bizim elmalarımızla ödeniyor buraya gelen her şeyin parası. Kardeşlerim atadan kalma toprağımızı işliyoruz coşkuyla. Çünkü birleşerek kazandık haklarımızı. Ve siz Yahudi beni attığında bile bana sahip çıktınız. Siz birlik kaldınız. Ama Yahudi hala o saray yavrusunda. Kardeşlerim hepimiz burada doğduk. Kardeşlerim hepimiz burada çalışıyoruz. Kardeşlerim tüm bu zenginliği biz yapıyoruz. O adamsa içeride sefasını sürüyor şarapla. O yatıyor ve yiyor hakkımızı. Şimdi hakkımızı alma günüdür kardeşlerim. Şimdi kazanma günüdür… Benim gibi cahil bir adamdan da bu kadar oluyor ajitasyon ne yaparsın. Ama geceye bu sözlerle ateş kattık. Ve o herifi tahtından o gece attık. O gece kazandık bizim olanı. Yalnız bugünü değil geleceği de kazandık… Ama artık iyice yaşlanmış ninemin kalbi boşa sızlamıyormuş. Yeni dünyanın efendileri de ninemin zamanında olanlar gibi, silahlıları besliyormuş. Hem artık adalet de onların elindeymiş. Hukuk Yahudi'nin efendilik hakkını tanımakmış. Suçluymuşuz bizler. Utanmalıymışız… O gece dipçiklendik, o gece hor görüldük. O gece mahpuslara konduk. O gece kovulduk… Yahudi ne yürekliymiş. Haber saldı bize, şikayetçi olmayacakmış. Kamu davası da açılmazmış eğer o istemezse. Ama tüm haklardan vazgeçilecekmiş. Yoksa yukarı köylerden işçi getirmeyi bilirmiş. Bizi düşündüğünden şefkatli elini uzatıyormuş. İşte o gece en kötüsünü asıl o an yaşadık. İşte o gece bölündük. Bir bir düştük. Zincilrere vurulduk bir daha…

Baktık duramamışız buralarda, olsun.Selam vermeden köye ayrılamamışız buralardan, olsun. Selamlarını da alamamışız ,olsun. Sonra kendini kurt sanan bir it, sonra koyun gütmekten başka bir şey beceremeyen bir it daha köyden çıkamadan vurmuş bizi olsun. Güpegündüz cinayeti gören köylü suspus olmuş, olsun. Adalet yerini bulmamış, olsun. Kalanlara bir iz olsun da ne olursa olsun…

Deli x SeksenDört / Gerçek

Yalvar yakar ikna ettim kendimi. Evet, evet kendime yalvardım yakardım. Durup dururken oldu bu yakarış. Askeri inzibat gördüm. Sonra kendime yalvarmaya başladım. Dedim ben her gün bu caddeden geçmek zorundayım, sonra dedim anladığım kadarıyla bu askeri bina da her gün burada konumlanmakta ısrar edecek, sonra da dedim sürekli iki asker bekleyecek öyleyse kapının önünü. Demek ki her gün silah göreceğim. Kabul etmek lazım g3 tüfeği Amerikan filmlerindeki "Magnum"lardan daha az tedirgin edici. Ama yine de gerçekle barışamama eğilimli bir insanım. Fakat buna rağmen de gerçekçi yaşamaya çalışırım. Alkol almadığım günlerde, ki böyle hikayelerin kahramanlarının aksine nadir alkol alırım, gerçekle yüzleşmeye çalışırım. Beni rahatsız eden şeylerle barışmaya çalışırım. Ama ondan önce, geçen yine otobüse bindim, en az sizin kadar çok otobüse binerim ben, düz koltukların bitip yan koltukların başladığı yerde düz koltukta oturanla yan koltukta oturan burun burunadır ya, işte öyle bir haldeyim payıma da bir cumhuriyet kadını düşmüş. Tedirgin olmamaya barışmaya çalıştım bir süre. Ancak sonra kesif bir soğan kokusu sardı etrafı, ekmek arasına soğan filan koymuş peynir filan da herhalde, neyse işte otobüste yenmesi alışılması zor gerçeklikler yaratan bir durum yani. Bu arada bir insan nasıl hem cumhuriyet kadını olur hem bol soğanlı yiyecek tüketir otobüste derseniz iki teorim var. Birincisi gerçekliğin en tuhaf yer yer fantastik taraflarına denk gelmişimdir, gene öyle bir durumdur belki bu. İkinci teorimse cumhuriyet kadını denen şeyi fazlaca kafamızda stereotipleştirmemiz belli bir sınıfa ve özellikle sınıf kültürüne atfetmemiz filan. Halbuki yok öyle bir şey… Yahu ben ne anlatıyordum? Ha… yok ben bir şey anlatmıyordum. Ama kadın tecrit altında üç ay yatmış da dışarı çıkmışçasına anlatıyordu bir sürü şey. Sonra çirkin bir türbanlı bindi, bizim kadın azıttı. Erkeklerini tatmin etmek ve aynı zamanda kendilerini ispatlamak için türban taktıklarını yumurtlayıverdi. Daha bir sürü şey söyledi de ben kaçınılmaz olarak gerçeklikten kopmuştum. Tekrar dünyaya döndüğümde kadının gerçeğe nasıl tahammül edemediğini gördüm ve ardından dehşete kapıldım yine fark edince. Ben de gerçeğe tahammül edemiyordum. Bu aydınlanmış olduğunu varsayan insanlara tahammül edemiyordum işte. Otobüsten indim hemen. Güneşe baktım. Öyle duruyor, bir değişiklik yok. Sonra gökyüzü hala mavi. Bakıyorum yine bulutlar umumiyetle beyaz. Yani yukarıda gerçek değişmemiş. Halbuki olmaz böyle bir şey ya kendin değişirsin ya gerçek değişir. Sen de gerçeğin bir parçasıysan gerçek her zaman değişir. Ama güneş yerli yerinde duruyor. Gerçeği değiştireceğimize inanıyoruz devrimci oluyoruz, sonra devrim yapamıyoruz sonra devrim istemez oluyoruz. Yani dış gerçek değişmeyince iç gerçek değişiyor. Tersi de olabilirdi ama (yazık ki) bu oldu. İki olası durumun benzerliği ikisinde de gerçeğin az veya çok değişmesi. Peki güneş niye hep yukarıda yahu? Değişmeyen bir şey, tuhaf yani. Tabi ben bunları düşünürken yeniden gerçeğe tahammül edememe durumuna girdiğimi fark ettim. Zaten sürekli buna benzer şeyler yaşamaktan bıktığımdan kendime yalvarıyordum. Evet evet o silahlardan rahatsız olmayayım diye kendime yalvarıyordum. Sonuçta ben dediğim şey benim elimde değil. Silahı sev deyince sevemiyorsun. Benden içeri olan benin değişmesi lazım. İnsan tabi hem her zaman içinde olan hem de hiçbir zaman anlayamadığın kontrol edemediğin bir şeyle yaşayınca ister istemez ona tanrısal özellikler bahşediyor. Ne bileyim ben ona yalvarınca o merhamet edecek gibi. Gerçeğe her defasında yenilip de gerçek değişebilirmiş gibi gerçekten her an rahatsız olan ben sanki bir gün kalkacağım ve tüm gerçeğe katlanacak hatta gerçekten mutlu olacağım. O bahtiyar gün gelecek. Endişelenmeyi bırakacağım bir gün, silahı da bombayı da seveceğim, evet.

Aşağı yukarı on gün sonra…

Sonunda o kutlu gün geldi. Silahları gördüm ve göğsüm kabardı o an. Çünkü artık silah görmüyordum. Evet evet gördüğüm devletin iktidarın ve gücün yansımasıydı. Devlet her erkeğin eline veriyordu silahı, çünkü "erk"ek iktidar sahibi olma eğilimindeydi. Ve önce devleti elinde uzun bir şey olarak hissetmesi gerekiyordu her erkeğin. Sonra "Her şey vatan için" türküsü söylemeliydi. Her şey vatan için olduğundan değil, her şey vatan için olduğuna inanmak için. İşte cevap bu inanmak. Yani gerçekten kaçmanın bir anlamı yok. Gerçeği, hatta, kavramak lazım. Ama gerçeği değiştirmemek için elinden geleni ardına koymayanı sevmek ve hatta ona âşık olmak lazım. Bu sayede ne bildiklerimizi unutmak zorunda kalırız ne de yaşamdan kaçmak zorunda oluruz. Örneğin Recep Tayyip Erdoğan mükemmel bir başbakana çok yakın bir insan. Tek kusuru benim bir süre önceki halim gibi kimi insanların tam inanç sahibi olmadan yaşamalarına göz yummak. Halbuki herkes devletin erkeği de kadını da çok iyi tanıyarak onlara görevler verdiğine ve bu harika düzenin devamı için en bilgece kararları aldığına inanmalıydı. Ama yalnızca inanç. Çünkü herkes aynı şekilde düşünürse devletle devlet olmayanın ne farkı kalır.

Sekiz nokta dört nokta beş gün önce…

Türkiye'nin Kıbrıs'ta George Clooney'i desteklemesi ne kadar tutarlı sizce de öyle değil mi? Geçen gün, gün dediysek artık güneş doğmuyor biliyoruz, televizyonda başbakanı izliyorum. Yine olabilecek konuşmaların en harikasını yapıyor. Hep kafamı kurcalayan bir soruyu açıklığa kavuşturdu: "Birilerinin türban gerçeğinden rahatsız olmasını birilerinin Atatürkçülük'ten rahatsız olmasını birilerinin serbest piayasadan rahatsız olmasını birilerinin devletçi politikalardan rahatsız olmasını ve bunların tamamının gerçeği değiştirmeye çalışmasına göz yumuyor hatta biz de bunlar içinde bir taraf tutuyoruz. Çünkü esas olan düşünen insanların kurduğu bu düzene teslim olmayanların düzeni devirmesini engellemek. Hem böylelikle türbana takıyorlar kafayı. Entelleri de tutup yazılarında gerçeği değiştirerek gerçeğe katlanabildiğini söylüyor. Gerçeği değiştirmek herkesin fantezisi yani. Bırakalım insanlar inanmaktan vazgeçsin. Düşündüklerini gerçeklere çevirebileceklerini sansın. İnsanları zorla mutlu edecek değiliz ya…"

On ikinci geceden sonra…

Gerçeği tahrif ederek devrimler yapıyorum kafamda. Ama şimdi kuş kadar hafifim. Mutlu olduğum gerçekte en ufak bir sorumluluğum yok. Kafamın içinde ise en absürd şeyleri bile düşünüyorum. Geçen -çok güleceksiniz buna- insanların rekabet motivasyonu olmadan yaşayabileceğini düşündüm. Ama size de tavsiye ederim. Fikir dünyanız hep böyle sevimli olsun. Bu arada geçen İngeltere Kralı'yla popstar alaturkadaki kızıl saçlı kızı konuştuk. Mutluluk verici bir paylaşımdı. Bu arada evrensel hukuğa vereceğim. Gelen var mı?

Tadımlık Romantizm

Dümdüz caddenin sonu görünmüyordu. Seyrek düşüyordu yağmur damlaları ve henüz asfalt ıslanmamıştı. Beklenmedik yağmur şiddetleneceğe benziyordu, kaldırım üzerinde insanlarda bir hareket başladı. Ve sanki yağmur başlayınca birbirlerine bakmayı bıraktılar tamamıyla. On dakika önce gözleri kesişiyordu hâlbuki. Bazen bakışmaya terfi ediyordu bu kesişmeler. Ve sonuçsuz süzülmeler oluyordu bazen tutkulu üniversitelerin heyecanlı öğrencileri arasında. Ama yağmur hızlanmaya başlamıştı bir kere. Artık hızlanmalıydı. Ve bir yere varamayan bakışlar ertelenmeliydi. Az sonra yağmur daha da hızlandı ve derneğin bahçesinden toprak kokusu yayılmaya başladı etrafa. Caddenin araba lastiği ve haşlanmış mısır kokan havası bir an arınıvermişti. Ve hızlandıkça hızlananlar arasında gönlü en pırpır olanlar biraz yavaşladılar tam da orada. Bu kokuyu duymak o bakışmalardan daha çok zevk verir kimisine. Kimisi ise toprağa dokunmak ister. Sevgiliye dokunmakla toprağa dokunmak bu açıdan birbirine benzer aslında. En aceleci anınızda aşina bir koku bir anlık sarmalayıverir sizi ve o an zaman yavaşlar. Dokunmak vaktidir çünkü. Bir nefes alırsın ve içini yakar, bir nefeste çıkarırsın heyecanını. Anı yaşamanın zamanıdır.

Yağmuru izler tatlı rüyalar. Caddeden biri rüya görmeye başlar. Cadde sanki sonsuzluğa giden bir yol. Üzerinde basit bir elbise ve etraf aydınlık. Bir şarkı mırıldanmakta büyük bir keyifle. Her söz ağzından çıkmıyor da içine çekiyor sanki sözcükleri. Her cümlenin sonunda acıyla karışık bir keyif. Adeta güneş gibi duygu boşalıyor böğründen. Hissederek yürüyor sonsuzluğa doğru. Şarkıyı mırıldanmaya devam ediyor. Ve şarkının tam da o yerine gelince gözleri doluyor… Şimdi yanında biri beliriyor. Şimdi başka biri. Aynı şarkıdan aynı şekilde duygulanmışlar. Aynı şeyi istediklerinden emin, bir yolda yürüyorlar. Ve yolda yürümekten çok birikte şarkı söylemekten keyif duyuyorlar. Sonsuz bir iyilik yolun sonunda, onlar birbirlerinin sevgilerini içiyorlar. Gözyaşları açıyor yollarını. Ve sanki sürekli son sigaralarını paylaşıyorlar. Yürüyorlar yolda, her yürekte ayrı heyecanla. Sonsuzluğa hiç ulaşamayacaklarını bilseler de yürüyorlar. Sonsuz iyilikler olmasa da yürüyorlar. Ve gerçek olanda acılarıyla bıkkınlıklarıyla çaresizlikleriyle onca insan onlara gülse de yürüyorlar sadece yürüyorlar.

Yağmur ve kokuyu izliyor güneş. Dünya şimdi arınmış ve cadde tertemiz. Ne mısır kokuyor artık ne araba lastiği. Şeker bulmuş çocuğun neşesi kokuyor her taraf. Adam akıllı sevişmiş sanki caddedeki herkes. Berraklık ve huzur yayıyor hava. Utanılacak yanlarını kapıyor güneş yoldaşların. Şimdi herkes emin adımlarla devam ediyor yollarına. Sırtlanıyorlar kederin yükünü bir daha. Ve mantıkları ve gerçekler çıkıyor yine ortaya. Çocuk kaçıyor sevgili kaçıyor. Mısır kokuyor yine etraf. Ve asfalt berraklığını yitiriyor. Dönmeye başlıyor yine dünya…

Demokrasi ve Bireycilik

Giriş Notu: Yapacağım bütün terminolojik hataları, yanlış kavramsallaştırmaları işin bilenine bırakıyorum. Yani ey okuyan "bu çocuk bunları, bunları yanlış biliyor" demekle kalma bir düzelt bir aksiyona gir bir şey ol.

Gün geçmiyor ki klasik düşünceler, tüm toplumu değiştirme projelerimizin ve gerçeklik kavrayışlarımızın temellerini sarsacak karakterdeki insanların ağzından çıkmasın. Güzel ve güzel olduğu kadar güzel manken Aysun Kayacı, ben dağdaki çobandan daha çok oy veriyorum öyleyse neden ikimizin de tek oy hakkı var minvalinde bir şeyler demiş. Bu lakırdıyı çok duyduk tabi. Ancak her defasında, bu durumda olduğu gibi, öyle boş insanlar bunu dediğinden bir kere altını doldurabileni göremedik. Yalnız bu defa halkı aşağı görme metodu olarak eğitimin değil de zenginliğin gösterilmesi haliyle ben de güzel hareketlenmelere neden oldu. Sonra dedim ki ben bu görüşün çok güzel altını doldururum. Hâlbuki sorsanız bir kere Hobbes Locke veya Hayek okumuş değilim.

Bir liberal diyor ki neden kapitalizme bu kadar nefret duyuluyor. Tamam, yani şu an idealin yakınında bile değil var olan dünya düzeni, ama neden sınıfların geçişli olduğu herkesin çok zengin olabileceği bir düzene isyan ediliyor? Cevabı şuymuş, biz yeteneksizliklerimizden dolayı kendimizi suçlamak yerine kapitalizmi suçluyoruz. Yani sonuçta eğer ki bir kişi alt sınıftaysa her halde yeteneklerini ortaya çıkaramamış bir kimsedir veya sınıf atlayacak yetenekte olmayan bir kimsedir. Sınıf atlayabilecekken atlayamayanlar kendisine dönüp bakmıyor sistemi suçluyor.Sistemi suçlamak kolay çünkü. Ortada bir sürü fakir edebiyatı, fakirin zenginin gözünün içine bakarak hissettirdiği "ikimiz de insanız ama sen benden üsttesin" psikolojisi var. Çeşitli bozukluklarla fakiri aşağılayan zenginden daha çok görünür bu durum. Fakir bir gururla bir inançla başkaldırır düzene, sorunun kendisine olduğunu bilmeden.

Fırsat eşitliği konusunu bir kenara atsak dahi bu liberal beye/hanımefendiye yeteneklerinin piyasada değeri olmayan bir adamın kendisini suçlamasının yani doğuştan gelene isyan etmesinin keşfedilmiş ve değiştirilebilecek olan sisteme isyan etmesinden neden daha doğru olduğunu sorabiliriz. Ama bu bir sürü karın ağrısı tartışmaya yol açacak soruyu da sormamış olalım.Ve şimdilik bir liberal gibi düşünelim ve oy meselesine girelim.

Bireyciliğin tek yolu liberalizm olmadığı gibi, liberalizm de salt bir bireycilik olmak zorunda değildir. Türlü türlü liberalizm vardır şüphesiz ve kimi akımlar benim yaptığım/yapacağım liberal tasvirine uymaz. Ama ben belli bir liberali eleştireceğim izninizle.

Yeteneklerimizi gün ışığına çıkaralım ve yeteneksizler için üzülmeyi bir kenara bırakalım. Önemli olan özgür olabilmek değil midir? Benim mühendislik zekam, senin güzelliğin bunların değerliliğinden dolayı niye kendimizi kötü hissedelim? Kim ki yeteneğini açığa çıkarmış da en yeteneksizlerin illerinden mahallelerinden özgür kentlere taşınamamış? Sanmayın ki biz sadece kendimizi düşünüyoruz. Biz bireyi düşünüyoruz. Ben değilim sen değilsin hayalimizde bir birey. Biz bu bireyin şu dünyada özgür olmasının yolunu anlatıyoruz. Biz Fransız devriminde doğuştan imtiyazlıların yerine bireyin öz gücünü getirdik. Ve bizim gibi düşünen kral olmayı istemez çünkü biz sadece kendimizi değil sadece bireyi düşünürüz.

Herkes özgür olabilseydi eğer, ellerimizle boğardık eşitliği bozanı. Yeteneklerimiz özgürlüğümüzü belirlediğinde işte ancak, özgür olabiliyoruz. Biz yetenekliler yeteneksizleri eşitlemek için özgürlüklerimizden neden vazgeçelim? Biz de vazgeçersek özgürlerimizden yeni feodal ağalar komünist parti sekreterleri peydah olmaz mı? Biz baskı içinde üç beş kişinin saltanatı yerine yeteneklilerin özgür olabildiği ve herkesin sınıf atlayabildiği bir toplumu öneriyoruz. Yeteneklerin kullanılmasını zorlayan bir sistem öneriyoruz. Sürekli ilerleyen bir sistem. Herkesin özgürlüğü bir ütopyadır biz gerçekçiyiz. Ve dünyayı ilerleten bizleriz

Bireylerin esas önceliği özgürlüktür bu anlayışta. Tek bir şey, özgürlük istenir. Ve ulaşılmaya çalışılan asıl özgürlük, bağımsız olmaktır, negatif özgürlüktür. Bağları koparmaktır. Hiçbir insanın veya topluluğun veya kuralın boyunduruğunda olmamaktır. Ve boyundurukta olmamanızı sağlayan o sihirli kavram mülkiyet, bir kere bağınızı kopardığınızda zaten eyleyebilme imkanlarınızı yani pozitif özgürlüklerinizi arttıracaktır.

Liberal demokrasi denen şey işte, bir grup karın ağrısı komünistin ateşlediği halkı uyutmak için icat edilmiştir deyip kaçmak isterim. Çünkü aslında demek istediğim bu tip bir liberalin aslında demokrasi peşinde olmadığıdır. Günümüzün demokrasisi çoğu durumda çoğunluğun azınlığa diktasıdır. Ve gerçek dünyada halk genel olarak eğitimsiz ve fakirdir. Bu cahil halk olmadık kararlar verebilir, bu fakir halk komünistlere oy verebilir. Liberal, halk böyleyken demokrasiyi bozmalıdır. Temsilcileri sınıflaştırmalı seçimleri bir komediye çevirmelidir. Liberalin şu dünyada ihtiyaç duyduğu şey hakiki bir halk demokrasisi değil burjuva demokrasisidir. Ve bir zaman sonra bu demokrasiden de kurtulmak isteyecektir. Çünkü artık oyun yeteneksizlere gidebileceği, yeteneklilerin mutlak biçimde kontrol edemediği bir demokrasi, o kadar yetenekli olmalarına rağmen bağımlı kalacakları kurallar üretecektir.

Liberalin negatif özgürlük arayışının çoğunluğa yönelmemesi için bir neden yoktur. Demokrasiyi daha doğrusu seçim sistemini yeteneklilerle kısıtlayabilir. Çünkü onun toplum tahayyülünde toplumda adalet değil bireyin özgürlüğü esas motivasyondur.İşte hal böyleyken İstanbul hanımefendileri varoşlarda borçla doğmuş bireyin başarısızlıklarını yeteneğini ortaya çıkaramamasına bağlar. Hanımefendi için mesele bireylerin eşitliği değil bir birey olarak bu hanımefendinin herhangi bir iktidar partisi tarafından hayatına karışılmasıdır.