Ayla Hanım özlemle sulardı her gün penceresinin önündeki çiçekleri. Bir zamanlar bütün evlerinin pencerelerinde çiçekler olan bir sokakta oturuyordu. Şimdi oturduğu ise çoğu zaman sessizdi. Daha çok apartmanı olan bir sokak olmasına rağmen çocuk seslerinden bile yoksun bir sokaktı. Hatta evlerine sanki insanlar belli aralıklarda girip çıkıyordu. Sanki o aralıklar dışında kimse sokaktan geçmiyordu. Hadi geçse bile yüksek ihtimalle hızlı hızlı sokağı adımlayan yolunu kaybetmiş bir genç… Eski evinin önünde karpuz kamyonları taptaze karpuzları satıyordu aşağı süpermarketteki karpuzun fiyatıyla kıyaslarsak yok pahasına. Sonra sadece karpuzcu değildi etrafta seyyar esnaf, hıyar, domates satanı da gezerdi el arabasıyla. Hoş mahalle sakinleri mümkünse çoğu sebzeyi meyveyi pazardan almak isterdi, kafana göre mal beğenirdin orada çünkü. Salça mı yapacaksın şöyle ezilmeye başlamış olanlarından al. Ucuz diye hor gördüğün portakaldan öyle güzel meyve suyu çıkar ki!
Pencereden dışarı baktın, bir hareket yok, ya içeride. Yok tüm o komşuluk bitti edebiyatına rağmen hala zor gününde yardımcındır kapı komşun. Sonra üstteki pek hoş bir kadın, dedikodudan oğlundan kocasından bahsetmek yerine hakikaten ilginç ve yeni şeylerden söz ediyor. Ama bir eksiklik var yine de. O cıvıl cıvıl eski mahallede insanlar çok daha samimiydi. Yani ne bileyim hemen ileride bir Çingene otururdu mesela. İki gün rahat dursa üçüncü gün bir manyaklık bulurdu. Yani en azından kendini Çingenelerden ayrı gören Sünni mahalleli için onların yaptıkları manyaklıktı. Ve evet aleviler de vardı. Hem de hiç anlaşamamalarına rağmen. Hem de onca kanlı zamandan sonra. İç içe yaşarlardı. Hatta zamanla yakınlaşmışlardı bile, hatta işgüzarın teki mumsöndü saçmalığından bahsetse daha Alevilerin kulağına gitmeden şamarı yerdi. Burası ise hakikaten laik bir mahalle. Şu karşı binadakiler satanist mi onu bile bilmiyoruz.
Hoş kapıcıya veriydim geçen aşureyi de, evde olan herkes almış iki apartmandan, o keçisakallı da almış. Kapıcı demişken acaba Hikmet'in karısı almış mıdır bana keçiboynuzu? Öyle demeyin buradakiler saman gibi…
*
Hikmet iki apartmana bakıyordu. Üç sene önce olacak, abisinin bir tanıdığı bulmuştu bu işi. Eve para ödemiyorsun, ısınma masrafı yok, üstüne 750 lira maaş. O zaman da paçayı kurtardım diye düşünmüştü şimdi de öyle düşünüyordu. İlk gençlik yıllarında azıcık hayalperest olmuştu tabi. Ama babada para yok abide para yok, aç gelmişsin be adam okumamışsın. Kendini kandır istediğin kadar şu Ahmetlerin Sedat'ından daha akıllı biriyim, şu Veli denen çocuk bir baltaya sap olamaz ben hepsinden daha farklıyım. Ama hakikaten farklı olsan da yetmez aslında. Bunu önceden de biliyordun. Olacak buydu ne yaparsın.
Ama insan farklı olduğuna dair düşünceden kolay vazgeçemez. Hem daha gençsin Hikmet, otuzdun değil mi? İşte belki bu yüzden bu getir götür işinde bile diğerlerinin pek düşünmeyeceği şeyle düşünür oldun. Bir adam sürekli evine öte beri dolu poşetlerle geliyorsa yalnız sen değil senin mesleğindeki herkes bunu bir kenara not alır. İşte en yağlı müşteri. En gülümser tavırlarla kapı çalınır, kibar davranılır, hızlı hizmet edilir. Bakarsın pinti herif koklatmıyor bir şey, tavır değişir "Var mı alınacak bir şey?" Ama Hikmet'inki bir tuhaf inceleme. Ve yalnızca çok tüketenlere değil herkese karşı bir ilgi. Kim ne getiriyor evine? Ne sıklıkta tüketiyor bunlar? Senin evlere servis ettiklerin günlük ihtiyaç peki haftalık ne giriyor evlere? Tuhaf diye düşünülebilir, neden insan bunları merak etsin? Ama zamanla poşetten karakter tahliline giriyor insan. Misal bir poşet içinde tuzdur pirinçtir yağdır bunların dışında çoğunlukla et çikolata alkol dondurulmuş gıda mı giriyor? Bir kere bu adam genç ve iyi kazanıyor. Kültürlerine bağlı biri değil. Büyük ihtimalle televizyonda –tabi eğer televizyon izliyorsa- yabancı dizileri takip ediyor. Şu adamın poşetinde göze çarpan meyve. Çok tüketiyor meyveyi. Sonra kuruyemiş bisküvi gibi şeyler alıyor arada bir. Tamam işte bu adam da orta yaşlı biri. Ayda iki bin lira ancak kazanıyordur. Canı börek veya pasta mı istedi karısına yaptırıyordur… Ama Hikmet zamanla daha ilgi çekici şeyler de keşfetmeye başladı. Mesela 6 numara Su işlerinde çalışıyor. 8 numara da öyle. Aynı dairedeler yani. Ama 6 numaradaki işçi statüsünde çalışıyor, yükseköğrenimi yok. 8 numara ise maliye mezunu. Öyle pek parlak bir adam değil herhalde ki 50 yaşına yaklaşmasına rağmen ortalamanın biraz üzerindeki bir memur maaşıyla yaşına göre az sorumluluk isteyen bir mevkide çalışıyor. 6 numaranınsa geleceği parlak. Öyle çok çalıştığında veya işi iyi bildiğinden değil, işini bildiğinden. Bu iki adamın evine giren para arasında yüz liralık filan bir fark var. Dışarıdan görsen işçi olan daha kaba saba, o özene bezene seçtiği şık -belki biraz fazla şık- kıyafetlere rağmen. Memur olanınsa yüzünden akıyor adeta bir üst gömlek olduğu. Hatta sanki bir müdürmüş gibi görünüyor. Hatta genel müdür… Hoş yükselseydi vaktinde kürkünün adamı olabilirdi. Neyse, bu iki adamın aldığı para yakın işte dediğim gibi. Ama ne tükettiklerine bakıyorsun, memur Bana göre lüks olan şeylerden bolca tüketiyor. Ama işçi öyle değil, sanki aldığı maaşın yarısını alıyormuş gibi yaşıyor. Ve Allah var, işçi öyle pinti bir adam değildir. Pazarları özellikle dairde o hafta üstlerinin gözüne girmişse ekmek ve gazete için yüklü bahşiş verir. Ama işte az tüketir. Misal memur hiç bizim fakirhaneye inip eskileri vermez olduğu gibi atar, ama işçi gelir ve küçük oğlana da küçük gelmeye başladı deyip verir eskileri. Sonra ben bu adamları ikisine de aynı şekilde seslenemem. İşçi olan aslında sevinirdi ben ona Bey desem ama demem işte alışkanlık. "Abi"dir o benim için. A'yı çekinmeden uzatırım karşısında. Ama memur Bey'dir işte.
*
Şu bizim müdür ne garip adam diye düşünüyordu Gündüz "Abi". Yahu adama dışarıdan yemek geliyor, kebaplar türlü salatalar… Adam iki lokma bir şey yiyor, sonra talimat veriyor "Hemen toplamayın…" Hemen toplanmasın ki sekreter, ben, yan odadaki denetçi filan… Ziyan olmasın yani. Zaten adamın bir bu yönünü seviyorum. Yoksa konumu sağlama almak için sabahtan akşama arkadaşlık ediyoruz adama. Yani ben hiç anlayamıyorum, hani bu parti zaten iyi bir parti değil. O tamam, ama böyle adamları buralara atıyorlar ya hayret doğrusu. Kadrolaşma, ülkenin yarası bu işte… Hoş ne zaman ben bundan bahsetsem bana çemkiriyorlar: Adam sen de! Senin orada bulunmanın sebebi kadrolaşma değil mi? İyi de ben kurallara uyuyorum. Kuralları koyanlara kızmaya elbet hakkım var. Zaten devrilmedi gitti şu parti… Hem ben miymişim en yalaka? Yahu şu sekreter var ya, eski hükümet döneminde mini etekle gelirdi işe ya! Şimdi haline bak oruç tutmalar kandillerde tebrikler filan. Utanmasa perukla gelecek daireye! Ben yalaka olsaydım bu konuda da yalakalık yapardım. Ama şu yaşıma kadar yaptığım tek şey bir sürü oduna ve ya beceriksizce hazırlanmış ya da birilerinin cebini ziyadesiyle dolduran projelere olağanüstü şeylermiş gibi tepki verdim. Fıkradan da bildiğimiz gibi bir eşeğe insan demek özür dilemek suç değildir ayıp değildir…
Hanım pek surat yapıyor son günlerde. Bunalıyormuş. Bizim dairedeki kokonalara benzemeye başladı. Depresyondaymış. Hayır, ben ilme güvenirim gitsin psikologa ama neymiş? Paramız boşa gider. E boşa gidecek tabi ne yapalım? Eski mahalleyi özlüyorsun tamam. Ama sen değil miydin geniş bir ev alsak, sessiz sakin. Kendi evimizde rahat rahat kullansak eşyalarımızı. O evde kullanamıyordu kadın çeyizlerini. Hey Allah'ım…
Ama hakikaten burası farklı bir çevre. Zaten en başta bizim dairedekiler gibi yaşamamızın bize uymayacağını bilmiştim. Yahu bu adamlar kendi söküğünü dikemez. Genç memurlar tabi, çok da bizden farklı değiller. Ama memurluğun memurluk olduğu zamanlarda memur olanlar hele de atanmışlar… Bir şekilde oraya geliyorlar veya hep oradalar, ama birkaçı hariç hepsinin arkasını sıradan insanlar temizliyor. Hayatı boyunca tepeden bakmış adam etrafına, hayatı boyunca yaşadığı çevreye göre iyi para almış öyle öyle farklı olmuş işte bizden. Ama biz geleceğimiz için olmadım şeyleri bile yaparken bizim oğlanın dershane masrafını düşünürüz. Sonra dişimizle tırnağımızla eh biraz da yeteneğimizle bir yere gelince işte bir an hep sevmediğimiz adamların hayatına girmeye başlarız.
Bilmiyorum, belki de daha toyken anladığımız şeye göre yaşamalıydık. Koyduğumuz hedefler bizi mutlu etmiyor. Biz de eksiğiyle gediğiyle hayatımıza dönüyoruz. Onu sevmeye başlıyoruz. Ama hedef meselesi insanın peşini bırakmıyor. Belki de hiç hedef koymamalıydım. Ama olmadı işte. Bazen kendim bazen karım bazen çocuklarım için, bir adım ileri atladım. Her adımda uzaklaştım eksik ama mutlu hayatımdan. Yeni hayatıma da uyamadım işte. Ama uyacağım tabi ki. Buraya da alışacağım. Değişeceğim, değişeceğiz. Bir hayat değişmekten mutlu olmaya vakit ayıramadan geçip gitmiş olacak… Belki de bugün karamsarlığım tuttu. Ama biraz da iyimser bakarsak hayata, oğullarım, kızım benim başladığım yerden başlamıyor hayata. Ve biraz belki bu yüzde beceriksizler ama onlar herhalde, üstte durabilecekler. Hem belki de onlar altındakilerden daha iyi bilecek işi –gerçek anlamda işi-…
Aman canım ne çok düşünüyorum. Her şey geçer gider… Biz de yaşıyoruz işte dertsiz daha ne? Hem sanki Aylin hanım bunları düşünüyor mu? Ne yapıyordur şimdi? Kabak yapmıyordur umarım…
No comments:
Post a Comment