Karabasan
Karabasanlarla tanışmadan çok önce hayatım, güneşli bir ilkbahar sabahının zarif yaprağındaki çiy gibiydi. Sevimli ve belki rahatlatıcı ama yine de bir şekilde hüzünlü. Her anımı dolduran sözcükler vardı hayatımda, cümleler zahmetsiz çıkıyordu bedenimden. Öyle kolay yaşıyordum ki en bayağı hatıralarımda bile tatlı bir heyecan duyumsuyorum şimdi. Gel gör ki şimdi, pek az heyecan duyabiliyorum. Hayır, bu duygusuzluk değil. Tersine bir duygu batağı. Sevemediğim bir kokusu ve acı olmayan fakat hayatta acı ne varsa onu düşündüren bir tadı var ruh halimin. Gereksiz melankolilerimi özlerken dahi nefret ediyorum kendimden, tüm sıradanlıklar içinde üzerinde durmamamız gereken şeylerin üzerinde acıyla duruyorum diye. Duruyorum evet, her an bir anlamsızlık çökse de üzerime farkındayım neyin üzerinde durduğumun. Ama her an yüzüme çarpıyor acı. Anlamsızlık doluyor bedenime. Birkaç dakikalığına tüm hayattan kopuyorum. Yabancı oluyorum dünyaya, dünya yabancı oluyor bana. Sonrasında haykırmayı beceremediğim deneyimler döndürüyor beni gerçeğe. Ve anlamsızlık seanslarını bekliyorum. Şiir gibi yaşamayı özledim…
İmgelerin ardına sığınmak yerine haykırmak istiyorum. Ama imge, tüm o gizemiyle koruyor beni. Açık etmeyince kendimi, daha da edebi olabiliyorum, daha ebedi olabileceğimi sanıyorum. Böyle sanrılar da yeni anlamsızlıklara gebe, biliyorum. Ama dışa vurmak kolay mı?
Derler ki mutluluk huzur içinde yaşayan bir insanın tehlikeye düşmesidir. Ki kim diyebilir mutluluk dediğimizin bir yoğunlaşma olmadığını? Fakat yoğunlaşmaktan ziyade hakikaten boşalmak istiyorum. Ve huzur dolsun bedenim diyorum.
Hayaller
Hayal ediyorum gece yatmadan önce debelenirken. Ardahan'ın bir dağ köyünde doğmuşum örneğin. Çağı geldiğinde endamım fark edilir olmuş. Birine sevdalanmışım da evlenmişim. Sonra çocuklarım olmuş. Erkeklerin içinde erksiz kalmışım doğurdukça. Köy kadını olmuşum anlayacağınız. Acaba nasıl acı çekerdim?
Veya Paris'te ünlü bir kozmetik firmasının ortaklarından birinin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Zenginliğimi karşılayacak tüketimi yapmışım hayatım boyunca. Simit yememişim mesela ömrümce. Hoş Paris'te bizim anladığımız simit kavramı yoktur belki… Ama işte en parıltılı sınıfın asil bir üyesiyim. Acaba nasıl acı çekerdim?
Örneğin bizim eski evin arkasında çok oynasaydım basket. Sonra bakarsın seçilmişim bol sponsorlu bir takıma. Oyna kazan, oyna kazan. Acaba nasıl acı çekerdim?
İstediğim bir şeyi yapamadığım için mi huzursum yoksa gerçeğe katlanamadığım için mi? Gerçeğe katlanamayınca mı yeni bir şeyler istiyorum, bir şeyler isteyince mi gerçeğe katlanamaz oluyorum?
Tabi filmlerde, kitaplarda olmadık laf salatalarıyla geçmek kolay. Halbuki edebi veya ebedi olsun diye değil, huzur bulmak için yazar insan.
Neden
Hatırlıyorum da çocukken kasetçalarımı bozmuştum. Onarmak benim için ne önemliydi! Öyle demeyin bu çocuğun size sandığınızdan daha fazla benzer yanı var.
Basit diyorsanız asıl hakiki bir zevki yaşama isteğinden başkaca bir anlamı varmışçasına tüm yaşam enerjisini sevgilisine ulaşmak için harcayan adamı/kadını da basitlikle suçlayın! Sanıyor musunuz ki onlar birbirlerini tanıyorlar. Onlar tanımıyorlar birbirlerini ve muhalefet edilemez bir gerçek onları birbirine bağlıyor ve aşılabilir gerçekler onları ayırıyor. Ama onların hayatlarının herhangi bir alanındaki gerçeklere tahammülleri değil gerçek olana uygun davranışlarının gerekleri ilgilendiriyor sadece?
Aşk diyorlar ne biçim şey? Ama niye aşık oluyoruz diyorlar mı? Niye mutluluk için aşk gerekli diye kendilerine soruyorlar mı? Niye seviyorum diyorlar mı? Onu niye seviyorum değil, niye sevme eylemini yapıyorum?
Hâlbuki ben en basitinden, neden insanların emeklerinin satın alındığı bir düzeni sevmiyorum diye soruyorum kendime.
Sormak bir şey değiştirmiyor tabi ki. Hala huzursuzum. Ah bir şeylere kaptırıp yaşabilmek yok mu? İşte onu görürseniz bana uğramasını söyleyin.
No comments:
Post a Comment