Yalvar yakar ikna ettim kendimi. Evet, evet kendime yalvardım yakardım. Durup dururken oldu bu yakarış. Askeri inzibat gördüm. Sonra kendime yalvarmaya başladım. Dedim ben her gün bu caddeden geçmek zorundayım, sonra dedim anladığım kadarıyla bu askeri bina da her gün burada konumlanmakta ısrar edecek, sonra da dedim sürekli iki asker bekleyecek öyleyse kapının önünü. Demek ki her gün silah göreceğim. Kabul etmek lazım g3 tüfeği Amerikan filmlerindeki "Magnum"lardan daha az tedirgin edici. Ama yine de gerçekle barışamama eğilimli bir insanım. Fakat buna rağmen de gerçekçi yaşamaya çalışırım. Alkol almadığım günlerde, ki böyle hikayelerin kahramanlarının aksine nadir alkol alırım, gerçekle yüzleşmeye çalışırım. Beni rahatsız eden şeylerle barışmaya çalışırım. Ama ondan önce, geçen yine otobüse bindim, en az sizin kadar çok otobüse binerim ben, düz koltukların bitip yan koltukların başladığı yerde düz koltukta oturanla yan koltukta oturan burun burunadır ya, işte öyle bir haldeyim payıma da bir cumhuriyet kadını düşmüş. Tedirgin olmamaya barışmaya çalıştım bir süre. Ancak sonra kesif bir soğan kokusu sardı etrafı, ekmek arasına soğan filan koymuş peynir filan da herhalde, neyse işte otobüste yenmesi alışılması zor gerçeklikler yaratan bir durum yani. Bu arada bir insan nasıl hem cumhuriyet kadını olur hem bol soğanlı yiyecek tüketir otobüste derseniz iki teorim var. Birincisi gerçekliğin en tuhaf yer yer fantastik taraflarına denk gelmişimdir, gene öyle bir durumdur belki bu. İkinci teorimse cumhuriyet kadını denen şeyi fazlaca kafamızda stereotipleştirmemiz belli bir sınıfa ve özellikle sınıf kültürüne atfetmemiz filan. Halbuki yok öyle bir şey… Yahu ben ne anlatıyordum? Ha… yok ben bir şey anlatmıyordum. Ama kadın tecrit altında üç ay yatmış da dışarı çıkmışçasına anlatıyordu bir sürü şey. Sonra çirkin bir türbanlı bindi, bizim kadın azıttı. Erkeklerini tatmin etmek ve aynı zamanda kendilerini ispatlamak için türban taktıklarını yumurtlayıverdi. Daha bir sürü şey söyledi de ben kaçınılmaz olarak gerçeklikten kopmuştum. Tekrar dünyaya döndüğümde kadının gerçeğe nasıl tahammül edemediğini gördüm ve ardından dehşete kapıldım yine fark edince. Ben de gerçeğe tahammül edemiyordum. Bu aydınlanmış olduğunu varsayan insanlara tahammül edemiyordum işte. Otobüsten indim hemen. Güneşe baktım. Öyle duruyor, bir değişiklik yok. Sonra gökyüzü hala mavi. Bakıyorum yine bulutlar umumiyetle beyaz. Yani yukarıda gerçek değişmemiş. Halbuki olmaz böyle bir şey ya kendin değişirsin ya gerçek değişir. Sen de gerçeğin bir parçasıysan gerçek her zaman değişir. Ama güneş yerli yerinde duruyor. Gerçeği değiştireceğimize inanıyoruz devrimci oluyoruz, sonra devrim yapamıyoruz sonra devrim istemez oluyoruz. Yani dış gerçek değişmeyince iç gerçek değişiyor. Tersi de olabilirdi ama (yazık ki) bu oldu. İki olası durumun benzerliği ikisinde de gerçeğin az veya çok değişmesi. Peki güneş niye hep yukarıda yahu? Değişmeyen bir şey, tuhaf yani. Tabi ben bunları düşünürken yeniden gerçeğe tahammül edememe durumuna girdiğimi fark ettim. Zaten sürekli buna benzer şeyler yaşamaktan bıktığımdan kendime yalvarıyordum. Evet evet o silahlardan rahatsız olmayayım diye kendime yalvarıyordum. Sonuçta ben dediğim şey benim elimde değil. Silahı sev deyince sevemiyorsun. Benden içeri olan benin değişmesi lazım. İnsan tabi hem her zaman içinde olan hem de hiçbir zaman anlayamadığın kontrol edemediğin bir şeyle yaşayınca ister istemez ona tanrısal özellikler bahşediyor. Ne bileyim ben ona yalvarınca o merhamet edecek gibi. Gerçeğe her defasında yenilip de gerçek değişebilirmiş gibi gerçekten her an rahatsız olan ben sanki bir gün kalkacağım ve tüm gerçeğe katlanacak hatta gerçekten mutlu olacağım. O bahtiyar gün gelecek. Endişelenmeyi bırakacağım bir gün, silahı da bombayı da seveceğim, evet.
Aşağı yukarı on gün sonra…
Sonunda o kutlu gün geldi. Silahları gördüm ve göğsüm kabardı o an. Çünkü artık silah görmüyordum. Evet evet gördüğüm devletin iktidarın ve gücün yansımasıydı. Devlet her erkeğin eline veriyordu silahı, çünkü "erk"ek iktidar sahibi olma eğilimindeydi. Ve önce devleti elinde uzun bir şey olarak hissetmesi gerekiyordu her erkeğin. Sonra "Her şey vatan için" türküsü söylemeliydi. Her şey vatan için olduğundan değil, her şey vatan için olduğuna inanmak için. İşte cevap bu inanmak. Yani gerçekten kaçmanın bir anlamı yok. Gerçeği, hatta, kavramak lazım. Ama gerçeği değiştirmemek için elinden geleni ardına koymayanı sevmek ve hatta ona âşık olmak lazım. Bu sayede ne bildiklerimizi unutmak zorunda kalırız ne de yaşamdan kaçmak zorunda oluruz. Örneğin Recep Tayyip Erdoğan mükemmel bir başbakana çok yakın bir insan. Tek kusuru benim bir süre önceki halim gibi kimi insanların tam inanç sahibi olmadan yaşamalarına göz yummak. Halbuki herkes devletin erkeği de kadını da çok iyi tanıyarak onlara görevler verdiğine ve bu harika düzenin devamı için en bilgece kararları aldığına inanmalıydı. Ama yalnızca inanç. Çünkü herkes aynı şekilde düşünürse devletle devlet olmayanın ne farkı kalır.
Sekiz nokta dört nokta beş gün önce…
Türkiye'nin Kıbrıs'ta George Clooney'i desteklemesi ne kadar tutarlı sizce de öyle değil mi? Geçen gün, gün dediysek artık güneş doğmuyor biliyoruz, televizyonda başbakanı izliyorum. Yine olabilecek konuşmaların en harikasını yapıyor. Hep kafamı kurcalayan bir soruyu açıklığa kavuşturdu: "Birilerinin türban gerçeğinden rahatsız olmasını birilerinin Atatürkçülük'ten rahatsız olmasını birilerinin serbest piayasadan rahatsız olmasını birilerinin devletçi politikalardan rahatsız olmasını ve bunların tamamının gerçeği değiştirmeye çalışmasına göz yumuyor hatta biz de bunlar içinde bir taraf tutuyoruz. Çünkü esas olan düşünen insanların kurduğu bu düzene teslim olmayanların düzeni devirmesini engellemek. Hem böylelikle türbana takıyorlar kafayı. Entelleri de tutup yazılarında gerçeği değiştirerek gerçeğe katlanabildiğini söylüyor. Gerçeği değiştirmek herkesin fantezisi yani. Bırakalım insanlar inanmaktan vazgeçsin. Düşündüklerini gerçeklere çevirebileceklerini sansın. İnsanları zorla mutlu edecek değiliz ya…"
On ikinci geceden sonra…
Gerçeği tahrif ederek devrimler yapıyorum kafamda. Ama şimdi kuş kadar hafifim. Mutlu olduğum gerçekte en ufak bir sorumluluğum yok. Kafamın içinde ise en absürd şeyleri bile düşünüyorum. Geçen -çok güleceksiniz buna- insanların rekabet motivasyonu olmadan yaşayabileceğini düşündüm. Ama size de tavsiye ederim. Fikir dünyanız hep böyle sevimli olsun. Bu arada geçen İngeltere Kralı'yla popstar alaturkadaki kızıl saçlı kızı konuştuk. Mutluluk verici bir paylaşımdı. Bu arada evrensel hukuğa vereceğim. Gelen var mı?
1 comment:
O kadın gerek yediğiyle, gerekse yiyişiyle epey iticiymiş. Bir de türbanlılara karşı kullandığı hem çirkin hem de saçma söyleme bakarsak (türban takmanın erkekleri tatmin etmek ve kendini ispatlamak ile ilgisini kuramadım), kadının cumhuriyet kadını olmaktan öte, cumhuriyet kadınlarını karalamak için tutulmuş bir emperyalizm uşağı, sorosçu, hain, satılmış,... olduğu aşikar. Senin gibi aydın bir Türk genci de bunu göremediğine göre, başarılı da olmuş.
"Ama yalnızca inanç." demişsin. Bence zaten A'ya inanç ile A değil düşüncesi aynı kişide barınamaz. Bir şeye inanan insan aksini düşünemez, hatta pek bir şey düşünemez. Bence inanmak zaten düşünmenin son aşamasıdır.
Bu, farklı düşünenlerin bulunması, hatta "hakikati görenler"in varlığı, belki de kapitalizmin "afyon olarak hakikat" düsturuyla açıklanabilir. RTE'ye söylettiğin şeyler mutlaklığını oluşturamamış, belki de oluşturamayacak bir iktidara yakışıyor. Ama, Kasımpaşalı başbakanımıza pek uymamış, belki AG'ye daha iyi giderdi.
Post a Comment