Arayış

Arayış

Sonbaharın öz mukayesesinde
Yalnızca görüntüde mağrur
Yalnızca görüntüde keder
Boşluğa bakmanın hüznü üzerimizde

Arzunun kamçısı var
Bezgin olmanın isyanı
Umudun dokunuşu var, garip...
En içte, benliğin baskısı var üzerimizde

Söylüyorum işte dinle;
Değiştirebileceğimiz şeyleri değiştirememenin utancı var üzerimizde!

Huzursuzluk

Karabasan

Karabasanlarla tanışmadan çok önce hayatım, güneşli bir ilkbahar sabahının zarif yaprağındaki çiy gibiydi. Sevimli ve belki rahatlatıcı ama yine de bir şekilde hüzünlü. Her anımı dolduran sözcükler vardı hayatımda, cümleler zahmetsiz çıkıyordu bedenimden. Öyle kolay yaşıyordum ki en bayağı hatıralarımda bile tatlı bir heyecan duyumsuyorum şimdi. Gel gör ki şimdi, pek az heyecan duyabiliyorum. Hayır, bu duygusuzluk değil. Tersine bir duygu batağı. Sevemediğim bir kokusu ve acı olmayan fakat hayatta acı ne varsa onu düşündüren bir tadı var ruh halimin. Gereksiz melankolilerimi özlerken dahi nefret ediyorum kendimden, tüm sıradanlıklar içinde üzerinde durmamamız gereken şeylerin üzerinde acıyla duruyorum diye. Duruyorum evet, her an bir anlamsızlık çökse de üzerime farkındayım neyin üzerinde durduğumun. Ama her an yüzüme çarpıyor acı. Anlamsızlık doluyor bedenime. Birkaç dakikalığına tüm hayattan kopuyorum. Yabancı oluyorum dünyaya, dünya yabancı oluyor bana. Sonrasında haykırmayı beceremediğim deneyimler döndürüyor beni gerçeğe. Ve anlamsızlık seanslarını bekliyorum. Şiir gibi yaşamayı özledim…

İmgelerin ardına sığınmak yerine haykırmak istiyorum. Ama imge, tüm o gizemiyle koruyor beni. Açık etmeyince kendimi, daha da edebi olabiliyorum, daha ebedi olabileceğimi sanıyorum. Böyle sanrılar da yeni anlamsızlıklara gebe, biliyorum. Ama dışa vurmak kolay mı?

Derler ki mutluluk huzur içinde yaşayan bir insanın tehlikeye düşmesidir. Ki kim diyebilir mutluluk dediğimizin bir yoğunlaşma olmadığını? Fakat yoğunlaşmaktan ziyade hakikaten boşalmak istiyorum. Ve huzur dolsun bedenim diyorum.

Hayaller

Hayal ediyorum gece yatmadan önce debelenirken. Ardahan'ın bir dağ köyünde doğmuşum örneğin. Çağı geldiğinde endamım fark edilir olmuş. Birine sevdalanmışım da evlenmişim. Sonra çocuklarım olmuş. Erkeklerin içinde erksiz kalmışım doğurdukça. Köy kadını olmuşum anlayacağınız. Acaba nasıl acı çekerdim?

Veya Paris'te ünlü bir kozmetik firmasının ortaklarından birinin çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Zenginliğimi karşılayacak tüketimi yapmışım hayatım boyunca. Simit yememişim mesela ömrümce. Hoş Paris'te bizim anladığımız simit kavramı yoktur belki… Ama işte en parıltılı sınıfın asil bir üyesiyim. Acaba nasıl acı çekerdim?

Örneğin bizim eski evin arkasında çok oynasaydım basket. Sonra bakarsın seçilmişim bol sponsorlu bir takıma. Oyna kazan, oyna kazan. Acaba nasıl acı çekerdim?

İstediğim bir şeyi yapamadığım için mi huzursum yoksa gerçeğe katlanamadığım için mi? Gerçeğe katlanamayınca mı yeni bir şeyler istiyorum, bir şeyler isteyince mi gerçeğe katlanamaz oluyorum?

Tabi filmlerde, kitaplarda olmadık laf salatalarıyla geçmek kolay. Halbuki edebi veya ebedi olsun diye değil, huzur bulmak için yazar insan.

Neden

Hatırlıyorum da çocukken kasetçalarımı bozmuştum. Onarmak benim için ne önemliydi! Öyle demeyin bu çocuğun size sandığınızdan daha fazla benzer yanı var.

Basit diyorsanız asıl hakiki bir zevki yaşama isteğinden başkaca bir anlamı varmışçasına tüm yaşam enerjisini sevgilisine ulaşmak için harcayan adamı/kadını da basitlikle suçlayın! Sanıyor musunuz ki onlar birbirlerini tanıyorlar. Onlar tanımıyorlar birbirlerini ve muhalefet edilemez bir gerçek onları birbirine bağlıyor ve aşılabilir gerçekler onları ayırıyor. Ama onların hayatlarının herhangi bir alanındaki gerçeklere tahammülleri değil gerçek olana uygun davranışlarının gerekleri ilgilendiriyor sadece?

Aşk diyorlar ne biçim şey? Ama niye aşık oluyoruz diyorlar mı? Niye mutluluk için aşk gerekli diye kendilerine soruyorlar mı? Niye seviyorum diyorlar mı? Onu niye seviyorum değil, niye sevme eylemini yapıyorum?

Hâlbuki ben en basitinden, neden insanların emeklerinin satın alındığı bir düzeni sevmiyorum diye soruyorum kendime.

Sormak bir şey değiştirmiyor tabi ki. Hala huzursuzum. Ah bir şeylere kaptırıp yaşabilmek yok mu? İşte onu görürseniz bana uğramasını söyleyin.

Üç Kişinin Fotoğrafı

Ayla Hanım özlemle sulardı her gün penceresinin önündeki çiçekleri. Bir zamanlar bütün evlerinin pencerelerinde çiçekler olan bir sokakta oturuyordu. Şimdi oturduğu ise çoğu zaman sessizdi. Daha çok apartmanı olan bir sokak olmasına rağmen çocuk seslerinden bile yoksun bir sokaktı. Hatta evlerine sanki insanlar belli aralıklarda girip çıkıyordu. Sanki o aralıklar dışında kimse sokaktan geçmiyordu. Hadi geçse bile yüksek ihtimalle hızlı hızlı sokağı adımlayan yolunu kaybetmiş bir genç… Eski evinin önünde karpuz kamyonları taptaze karpuzları satıyordu aşağı süpermarketteki karpuzun fiyatıyla kıyaslarsak yok pahasına. Sonra sadece karpuzcu değildi etrafta seyyar esnaf, hıyar, domates satanı da gezerdi el arabasıyla. Hoş mahalle sakinleri mümkünse çoğu sebzeyi meyveyi pazardan almak isterdi, kafana göre mal beğenirdin orada çünkü. Salça mı yapacaksın şöyle ezilmeye başlamış olanlarından al. Ucuz diye hor gördüğün portakaldan öyle güzel meyve suyu çıkar ki!

Pencereden dışarı baktın, bir hareket yok, ya içeride. Yok tüm o komşuluk bitti edebiyatına rağmen hala zor gününde yardımcındır kapı komşun. Sonra üstteki pek hoş bir kadın, dedikodudan oğlundan kocasından bahsetmek yerine hakikaten ilginç ve yeni şeylerden söz ediyor. Ama bir eksiklik var yine de. O cıvıl cıvıl eski mahallede insanlar çok daha samimiydi. Yani ne bileyim hemen ileride bir Çingene otururdu mesela. İki gün rahat dursa üçüncü gün bir manyaklık bulurdu. Yani en azından kendini Çingenelerden ayrı gören Sünni mahalleli için onların yaptıkları manyaklıktı. Ve evet aleviler de vardı. Hem de hiç anlaşamamalarına rağmen. Hem de onca kanlı zamandan sonra. İç içe yaşarlardı. Hatta zamanla yakınlaşşlardı bile, hatta işgüzarın teki mumsöndü saçmalığından bahsetse daha Alevilerin kulağına gitmeden şamarı yerdi. Burası ise hakikaten laik bir mahalle. Şu karşı binadakiler satanist mi onu bile bilmiyoruz.

Hoş kapıcıya veriydim geçen aşureyi de, evde olan herkes almış iki apartmandan, o keçisakallı da almış. Kapıcı demişken acaba Hikmet'in karısı almış mıdır bana keçiboynuzu? Öyle demeyin buradakiler saman gibi…

*

Hikmet iki apartmana bakıyordu. Üç sene önce olacak, abisinin bir tanıdığı bulmuştu bu işi. Eve para ödemiyorsun, ısınma masrafı yok, üstüne 750 lira maaş. O zaman da paçayı kurtardım diye düşünmüşşimdi de öyle düşünüyordu. İlk gençlik yıllarında azıcık hayalperest olmuştu tabi. Ama babada para yok abide para yok, aç gelmişsin be adam okumamışsın. Kendini kandır istediğin kadar şu Ahmetlerin Sedat'ından daha akıllı biriyim, şu Veli denen çocuk bir baltaya sap olamaz ben hepsinden daha farklıyım. Ama hakikaten farklı olsan da yetmez aslında. Bunu önceden de biliyordun. Olacak buydu ne yaparsın.

Ama insan farklı olduğuna dair düşünceden kolay vazgeçemez. Hem daha gençsin Hikmet, otuzdun değil mi? İşte belki bu yüzden bu getir götür işinde bile diğerlerinin pek düşünmeyeceği şeyle düşünür oldun. Bir adam sürekli evine öte beri dolu poşetlerle geliyorsa yalnız sen değil senin mesleğindeki herkes bunu bir kenara not alır. İşte en yağlı müşteri. En gülümser tavırlarla kapı çalınır, kibar davranılır, hızlı hizmet edilir. Bakarsın pinti herif koklatmıyor bir şey, tavır değişir "Var mı alınacak bir şey?" Ama Hikmet'inki bir tuhaf inceleme. Ve yalnızca çok tüketenlere değil herkese karşı bir ilgi. Kim ne getiriyor evine? Ne sıklıkta tüketiyor bunlar? Senin evlere servis ettiklerin günlük ihtiyaç peki haftalık ne giriyor evlere? Tuhaf diye düşünülebilir, neden insan bunları merak etsin? Ama zamanla poşetten karakter tahliline giriyor insan. Misal bir poşet içinde tuzdur pirinçtir yağdır bunların dışında çoğunlukla et çikolata alkol dondurulmuş gıda mı giriyor? Bir kere bu adam genç ve iyi kazanıyor. Kültürlerine bağlı biri değil. Büyük ihtimalle televizyonda –tabi eğer televizyon izliyorsa- yabancı dizileri takip ediyor. Şu adamın poşetinde göze çarpan meyve. Çok tüketiyor meyveyi. Sonra kuruyemiş bisküvi gibi şeyler alıyor arada bir. Tamam işte bu adam da orta yaşlı biri. Ayda iki bin lira ancak kazanıyordur. Canı börek veya pasta mı istedi karısına yaptırıyordur… Ama Hikmet zamanla daha ilgi çekici şeyler de keşfetmeye başladı. Mesela 6 numara Su işlerinde çalışıyor. 8 numara da öyle. Aynı dairedeler yani. Ama 6 numaradaki işçi statüsünde çalışıyor, yükseköğrenimi yok. 8 numara ise maliye mezunu. Öyle pek parlak bir adam değil herhalde ki 50 yaşına yaklaşmasına rağmen ortalamanın biraz üzerindeki bir memur maaşıyla yaşına göre az sorumluluk isteyen bir mevkide çalışıyor. 6 numaranınsa geleceği parlak. Öyle çok çalışğında veya işi iyi bildiğinden değil, işini bildiğinden. Bu iki adamın evine giren para arasında yüz liralık filan bir fark var. Dışarıdan görsen işçi olan daha kaba saba, o özene bezene seçtiği şık -belki biraz fazla şık- kıyafetlere rağmen. Memur olanınsa yüzünden akıyor adeta bir üst gömlek olduğu. Hatta sanki bir müdürmüş gibi görünüyor. Hatta genel müdür… Hoş yükselseydi vaktinde kürkünün adamı olabilirdi. Neyse, bu iki adamın aldığı para yakın işte dediğim gibi. Ama ne tükettiklerine bakıyorsun, memur Bana göre lüks olan şeylerden bolca tüketiyor. Ama işçi öyle değil, sanki aldığı maaşın yarısını alıyormuş gibi yaşıyor. Ve Allah var, işçi öyle pinti bir adam değildir. Pazarları özellikle dairde o hafta üstlerinin gözüne girmişse ekmek ve gazete için yüklü bahşiş verir. Ama işte az tüketir. Misal memur hiç bizim fakirhaneye inip eskileri vermez olduğu gibi atar, ama işçi gelir ve küçük oğlana da küçük gelmeye başladı deyip verir eskileri. Sonra ben bu adamları ikisine de aynı şekilde seslenemem. İşçi olan aslında sevinirdi ben ona Bey desem ama demem işte alışkanlık. "Abi"dir o benim için. A'yı çekinmeden uzatırım karşısında. Ama memur Bey'dir işte.

*

Şu bizim müdür ne garip adam diye düşünüyordu Gündüz "Abi". Yahu adama dışarıdan yemek geliyor, kebaplar türlü salatalar… Adam iki lokma bir şey yiyor, sonra talimat veriyor "Hemen toplamayın…" Hemen toplanmasın ki sekreter, ben, yan odadaki denetçi filan… Ziyan olmasın yani. Zaten adamın bir bu yönünü seviyorum. Yoksa konumu sağlama almak için sabahtan akşama arkadaşlık ediyoruz adama. Yani ben hiç anlayamıyorum, hani bu parti zaten iyi bir parti değil. O tamam, ama böyle adamları buralara atıyorlar ya hayret doğrusu. Kadrolaşma, ülkenin yarası bu işte… Hoş ne zaman ben bundan bahsetsem bana çemkiriyorlar: Adam sen de! Senin orada bulunmanın sebebi kadrolaşma değil mi? İyi de ben kurallara uyuyorum. Kuralları koyanlara kızmaya elbet hakkım var. Zaten devrilmedi gitti şu parti… Hem ben miymişim en yalaka? Yahu şu sekreter var ya, eski hükümet döneminde mini etekle gelirdi işe ya! Şimdi haline bak oruç tutmalar kandillerde tebrikler filan. Utanmasa perukla gelecek daireye! Ben yalaka olsaydım bu konuda da yalakalık yapardım. Ama şu yaşıma kadar yaptığım tek şey bir sürü oduna ve ya beceriksizce hazırlanmış ya da birilerinin cebini ziyadesiyle dolduran projelere olağanüstü şeylermiş gibi tepki verdim. Fıkradan da bildiğimiz gibi bir eşeğe insan demek özür dilemek suç değildir ayıp değildir…

Hanım pek surat yapıyor son günlerde. Bunalıyormuş. Bizim dairedeki kokonalara benzemeye başladı. Depresyondaymış. Hayır, ben ilme güvenirim gitsin psikologa ama neymiş? Paramız boşa gider. E boşa gidecek tabi ne yapalım? Eski mahalleyi özlüyorsun tamam. Ama sen değil miydin geniş bir ev alsak, sessiz sakin. Kendi evimizde rahat rahat kullansak eşyalarımızı. O evde kullanamıyordu kadın çeyizlerini. Hey Allah'ım…

Ama hakikaten burası farklı bir çevre. Zaten en başta bizim dairedekiler gibi yaşamamızın bize uymayacağını bilmiştim. Yahu bu adamlar kendi söküğünü dikemez. Genç memurlar tabi, çok da bizden farklı değiller. Ama memurluğun memurluk olduğu zamanlarda memur olanlar hele de atanmışlar… Bir şekilde oraya geliyorlar veya hep oradalar, ama birkaçı hariç hepsinin arkasını sıradan insanlar temizliyor. Hayatı boyunca tepeden bakmış adam etrafına, hayatı boyunca yaşadığı çevreye göre iyi para almış öyle öyle farklı olmuş işte bizden. Ama biz geleceğimiz için olmadım şeyleri bile yaparken bizim oğlanın dershane masrafını düşünürüz. Sonra dişimizle tırnağımızla eh biraz da yeteneğimizle bir yere gelince işte bir an hep sevmediğimiz adamların hayatına girmeye başlarız.

Bilmiyorum, belki de daha toyken anladığımız şeye göre yaşamalıydık. Koyduğumuz hedefler bizi mutlu etmiyor. Biz de eksiğiyle gediğiyle hayatımıza dönüyoruz. Onu sevmeye başlıyoruz. Ama hedef meselesi insanın peşini bırakmıyor. Belki de hiç hedef koymamalıydım. Ama olmadı işte. Bazen kendim bazen karım bazen çocuklarım için, bir adım ileri atladım. Her adımda uzaklaştım eksik ama mutlu hayatımdan. Yeni hayatıma da uyamadım işte. Ama uyacağım tabi ki. Buraya da alışacağım. Değişeceğim, değişeceğiz. Bir hayat değişmekten mutlu olmaya vakit ayıramadan geçip gitmiş olacak… Belki de bugün karamsarlığım tuttu. Ama biraz da iyimser bakarsak hayata, oğullarım, kızım benim başladığım yerden başlamıyor hayata. Ve biraz belki bu yüzde beceriksizler ama onlar herhalde, üstte durabilecekler. Hem belki de onlar altındakilerden daha iyi bilecek işi –gerçek anlamda işi-…

Aman canım ne çok düşünüyorum. Her şey geçer gider… Biz de yaşıyoruz işte dertsiz daha ne? Hem sanki Aylin hanım bunları düşünüyor mu? Ne yapıyordur şimdi? Kabak yapmıyordur umarım…

Ağyar veya Boyundan Büyük Bir Öykü Denemesi

Haber tez yayıldı köyümüze, Ağyar köyüne. Yahudi'nin biri gelmiş Mehmet Ağa'nın elmalarının orada, derenin ötesindeki toprağı almış. Yahu o toprak kimindi? Muhtar da hatırlamıyor, tapu kaydına bakmalıymış. Hoş Hilal Emmi'nindir diye bir şey duymuş kulağı kesik ninem. Bu Hilal Emmiler sülalecek çalışkan insanlarmış. Çabuk mal mülk sahibi olmuşlar. Mehmet Ağa'nın babası için pekiyi şeyler söylemez ninem ama bunlara karışamamış işte Mehmet Ağa. O toprak da onların kalmış. Gel zaman git zaman bunların oğulları Acı Vatana gitmiş iş tutmaya. Beş yıl geçmiş, duymuşlar ki üç kardeş orada kendi işlerini tutmuş. Hilal Emmi'yle zevcesi hariç tüm sülale göçmüş yaban ele. Rahmetliler pek yaşamamış o günden sonra. Ninem, hep oğulları toprağa geri dönsün diye ağladılar diyor ama benim bu bütün hikayeye inanansım yok. Hem ninem uydurmayı sever. Lakin doğma büyüme buralı ben, nasıl hiç düşünemedim burası kimindir diye, anlamış değilim. Neyse işte, bizim sıkıcı köye hareket geldi bu vesileyle. Önce kamyonlarla inşaat malzemeleri geldi. Sonra daha ev olmadan hatta daha temel bile atılmadan Yahudi geldi. İlk günden jandarmayla gezdi toprağında, bizimkilere gözdağı vermek için besbelli. Ama köy ahalisi durur mu, bizim tembel gençlik hemen çıkardı bayrakları. Ne yapalım ne edelim? Haydi jandarmaya gidelim. Ben dedim tabi, kardeşler mülk vardır mülkiyet vardır isteyen gelir alır. Anlamadılar tabi, Türk toprağında Yahudi eli olmazmış. Ben de takıldım peşlerine, komutan bunları paylar da eğlence çıkar diye. Boşa heyecan etmişim, adam bunlara türlü vaatler vermez mi? Yok en fazla şu kadar toprağı olabilirmiş. Onun da kuralı varmış. Şöyleymiş böyleymiş. Ahali çıkınca iliştim yanına da dedim tabi, yav komutan sen dediğine inanıyor musun? Okumuşuz ya, bana yalan atamıyor. Eğildi kulağıma, bu cahiller bir delilik yapmasın diye öyle dedim dedi. Haksız da değil kızamadım şimdi. Normalde olsa cahillerin suratına vura vura anlatırdım da gerçeği gitmeyiverdim o gece kahveye. Bırak ne ederlerse etsinler…

Bir ay sonra

İsrail'in oğlu gelir böyle de diker binasını. Ne hız ama. Bizim tembellere kalsa o saray yavrusunu bir senede bitiremezlerdi. Ben şehirde okuduğumdan biliyorum, aslında mümkündür tez dikmek evleri, tez sürmek tarlayı. Ama şehirli bilmiyor ki bizim köylüyü. Bizim köylünün karşısına Muhammed çıksa dese her sene bir kitap okuyun mırın kırın ederler. Yok sade tembellik değil, bakmayın dediğime; buranın ahalisi biraz yaşlanınca erken uyanmayı tez çalışmayı da bilir de aman değiş deme. Onlar kitaba değil atalarından öğrendiklerine iman eder. Tabi ben şehir gördüğümden anladım, köyle bir değil tabi. Şehirde bir canlılık ne derler dynamisme var. Burada mevsim mevsime gün güne benzer. Neyse… Adam ailesini de getirecekmiş yakında. Pek para harcadı ama. Altında maden mi var ki o toprağın? Aman yalnız, bu dediğimi köylü duymasın. Zaten bir maden lafıdır gidiyor. İlk Halil Emmi'nin oğlu yumurtladıydı. Toprağın altında altın varmış. Hatta Yahudi gelmeden önce oralarda oynayan çocuklar altın buluyormuş oralarda. Daha birkaç ay önce bilmemnenin bilmemnesi koca bir tam altın bulmuş. Hikayeyi duyup da yahu tam altın çıkar mı topraktan diyince öğretmen bey, dedikoducular çark etti. Tam altın değil tam altın büyüklüğündeymiş güya. Bunlarınki de laf! Bunla da bitmedi bir de sonra başkaları çıktı. Hatta bir tanesi petrol var orada dedi. Kendisi de biliyormuş güya. Oraya gidip traktörünü o petrolle dolduruyormuş. Şehirde anlatsam bunu inanmazlar valla… Ama dedikodulardan daha vahim şeyler de oldu. Hoş ben tahmin etmiştim. Bizim ayaktakımının işi mi var, çıkardılar bayrakları birkaç kez gittiler Yahudi'nin evine. Pek bir şey yapamadılar ama. Jandarma göz kulak oluyor oralara. Her olayda da iki öğüt hadi eyvallah… Asıl kahve tam şenlik yerine döndü. Yahudi'ye küfredenler, bizi sömürüyorlar diyenler… Ulan vaktinde bu köye komünist de gelmiş az daha öldürüyorlarmış adamı, ne sömürüsü? Tabi ben daha küçüktüm o zamanlar hatırlamam… İşte bugün yine gidiyorlar Yahudi'nin oraya, bu Yahudi hiçbir şeyi değiştirmediyse şu köylünün ataletini değiştirdi, helal olsun.

Bir ay daha

Ben derim hep, tamam okumuş adamım ama bir köylünün işine bir de Yahudi'nin işine akıl erdiremem. Meğer elma dikecekmiş Yahudi. Buranın elması pek güzeldir, tüm köy telef etmeden ürünü alabilse sırf elma doyurur köyü. Tabi elma işi duyulunca köylü iyice kızıştı. Mehmet Ağa da başından beri biliyormuş meğer elma meselesini. Daha doğrusu tahmin ediyormuş, bizim kurtçuları da kimin gazladığı ortaya çıktı. Hoş artık gerek kalmadı gazlamaya, şimdi köylünün tamamı Yahudi'yi sürmek istiyor. Biz de ninemle gülüyoruz olanlara. Bu arada, Yahudi'nin ailesi geldi. Bir büyük kızı var. Ninem sana bakmaz o diyor da hele dur bakalım gün ola devran döne… Asıl olayı anlatmayı unutuyordum az kalsın. Bizim çulsuzlardan Semih, hoş diğerlerinden akıllıdır severim, Yahudiye uşak olmuş. Tabi kurtçular nasıl delirdi duyunca! Ama Semih öyle kaçmadı geldi kahveye, dedi böyle böyle işler var. Bırakın boşa kürek çekmeyi de adam gibi ekmek yiyin dedi. Kurtçuların bir kısmı yumuşadı da yine o reis dedikleri tipsiz, bunun ailesi de iyi pabuç değildir, çıktı kovdu bunu kahveden. Ama şuraya yazıyorum o gençler Yahudi'nin kapısına kul olmazsa ben de bu köyün okumuşu değilim… Ha bayrakçıların sayısı arttı şu elma meselesiyle. Köyde her gün merasim var sanki. Kırmızıya boyanıyor köy, yaşlı genç. Ben de bundan böyle arkalarındayım yalnız. Belki kızı görürüm…

Üç ay sonra

Sonunda bayrakçılar tükendi. Ben, tabi, gidiyorum bir şekilde her gün. Umut fakirin ekmeği… Kâhyasıdır, hizmetçisidir, tarlada işçisidir bu Yahudi minik bir fabrika kurdu daha şimdiden oraya. Köylüler de çözülüverdi haliyle. Protesto için en önde yürüyenler en kıyak işlere girdi. Hatta şu it vardı ya bahsettiğim, reis dedikleri. Sırf işi başkası kapmasın diye koyun sürüsüne çoban olana kadar köyün bütün gençlerine kötüledi Yahudi'yi. Zamanı gelince de uyandırmadan kerizleri işi alıverdi. Fark edince gençler olanı biteni, kul oldular kapısına Yahudi'nin. Kahvede de laf ettirmez oldular. Mehmet Ağa'nın oğulları bir laf etti mi, hemen koro halinde Mehmet Ağa pazarda elmasını daha çok satmak için köyün gençlerinin ekmeğiyle oynuyor, ülkenin ekonomisine karışıyor demeye başladılar, vatansever ya kardeşlerim. Hatta sonra Yahudinin yanında çalışmanın en büyük milliyetçilik olduğunu söylemeye başladılar. Nineme anlattıkça ninem gülüyor. Dahası köyün bakkalıdır, kasabıdır başta bunlar baya karşıydı Yahudiye. Yok dinini seven bu Yahudi'ye hakkını bildirmeliymiş yok bilmem neymiş. Ama baktılar Yahudi en iyi müşterileri, sonra Yahudi'den ekmek yiyen eskinin çulsuzları her gün sigara alır oldu, her gün kıyma alır oldu bunlar da çark ediverdiler. Öğretmen bunların yüzüne vurunca iki ay önce dediklerini bunların gözü döndü demediklerini bırakmadılar. Diğer dedikleri neyse de dinsiz dediler ya adama o an anladım bu Yahudi'nin buraya gelmesi çok iyi olmuş. Kim ne kadar adam ortaya çıkıverdi. Ha bana gelince, kızı güzel olduğundan veya şoförü olduğumdan (Hayırlı olsun!) demiyorum Yahudi geldi millet çalışır oldu toprak işler oldu. Hayırlı oldu vesselam, hayırlı oldu…

İki buçuk sene sonra

Güya zekiyim okumuşum, yahu bu Yahudi'nin yaptığını hiç mi göremedim şimdiye kadar? Öğretmen demişti de inanmamıştım. Komünistlik yapıyor bu demiştim. Ne kadar doğruymuş. Yahu tüm köylü sesini kesince, üstüne Mehmet Ağa da ölünce bu herif önce Ağa'nın topraklarını aldı. Ama ne parayla, Ağa'nın oğulları üç gün öncesine kadar demediğini bırakmadığı adamın elini öpüyorlardı güpegündüz. İyi gene meymenetsizleri görmedik bir daha. Göçmüşler. Sonra bu Yahudi, toprağı olan köylünün bir bir çaldı kapısını. Dedi çoluğunuz çocuğunuz burada cahil kalmasın gelin toprağınızı bana satın sonra bu toprakta yine siz çalışın, eskiden tüm sene çalışır hasat zamanı sene boyunca harcadığınız kadar para kazanırdınız anca. Benim için çalışın size daha çok veriyim. Hem de her ay ödeyeyim… İsrail oğlunun dedikleri birkaçı hariç hepsinin çeldi aklını. Yani kimse çocuğunun köyde kendisi gibi çiftçi olmasını istemiyor. Şehre gitsin okusun lüks yaşasın istiyor. Kim onlara kızabilir? Neyse efendim, sonra Yahudi köyde kasaptır bakkaldır berberdir bunları da satın almaz mı? Bunu öğretmen de pek anlayamamış. Tekel diye bir şeyden bahsetti ama bu olayda bir gariplik varmış. Neyse işte sonra bir şekilde köyün tamamının sahibi oldu. Ama kimse efendi demiyor ona. Patron diyorlar. Anlamı da şehir efendisi işte, şehirden biliyorum ben de. Buraya kadar yine iyi gibiydi. Sonra bir anda fark ettik. O eski zenginlik zamanı bitiyor. Yahudi dedi ki bize bu bakkalları kasapları filan aldım zaten, size kâr koymadan satayım. Ama karşılığında da maaşınızı indireyim. Hani aslında bizim rızamızı sormuyordu, ama "velinimet"imize şükranlarımızı sunmaktan geri kalmadık. Ama bir baktık ki et bir pay ucuzluyorsa maaşımız iki pay düşüyordu. İsyan etsek işten atardı şüphesiz. İşten atılmak tamam da atılıp da elde avuçta kalan az bir parayla, Yahudi'nin toprağından geri kalan yerlerde, birkaç dönüm toprak alıp, kendi toprağımızı işlemek zor geliyordu bize. Hem o toprağını satmayanları tek mevsimde yıldırmıştı bu adam. O kadar insanı öyle verimli çalıştırıyordu ki, hem iç piyasada tekelleşiyor hem de dışa ta İsrail'e ve başka başka ülkelere ihraç ediyordu meyvelerimizi. Sen nereden biliyorsun derseniz ninem gibi kulağım kesiktir benim. Ayrıca şoförüyüz gavurun bileceğiz tabi bunları. Kızı mı? Merak etmeyin o zaman da biliyordum boş hayaller kurduğumu. Ama beni her gördüğünde bana böcekmişim gibi davranan o kızdan bu kadar nefret edeceğimi hayal edemezdim. Kader.

Üç gün sonra

Delirdin mi sen diyor ahali. Ne delirmesi yahu? Katlanamıyordum, bıraktım işte… Ninemi de alıp şehre vuracağım. Bitirememiştim fakülteyi ama belki şimdi bitirebilirim. Çalışırım yaparım bir şeyler. Burada nasıl kalabilirim? Nasıl kurtaracağız toprağımızı? Nasıl kurtaracaktık toprağımızı, hukuk böyle diyordu toprak onundu. Ya kendimiz? Toprağı karın tokluğuna işlemek yahut şehre göçüp iş dilenmek. Bize kalan bu değil mi? Öğretmenin dediğine uyup burada kalsam, öğretmen dediği gibi grev yapmak için ahaliyi gazlasam…

Altı ay sonra

Gitmedim yahu. Kaldım öğretmene uyup. Sonra Yahudi'ye gidip işimi istedim. Sorgusuz verdi kafir, benim gibi süreni zor bulur. Ama bu sefer eskisi gibi umutsuz değilim. Hepimiz bir anda bıraksak işlemeyi toprağı. Çoban otlatmasa sürüyü. Ben sürmesem arabayı. Traktör sesi sussa. Bir kerede karar verdim ve koyuldum işe. Bütün köylüyle tek tek konuştum. Dedim ki onlara eskiden ağa vardı şimdi patron. Güya siz özgürsünüz ama şehre göçerseniz sefalet, burada kalsanız Yahudi'nin elinde geleceksizlik. Çocuğunuz da burada mı çalışsın istersiniz? Yahu ne için çalışır insan? Her gün emeğimizi veriyoruz her gün zincirliyoruz kendimizi toprağa, karşılığında yemek. Bir de televizyon izlemek var tabi akşamları kahvede kös kös oturmak. Ne farkımız var tarlayı sürek öküzden? O da beslenmiyor mu? Ne farkımız kaldı traktörden? O da işlemiyor mu? Oğullarımız öküz kızlarımız Patron'un kapısına hizmetçi yahut yalnız oğul veren birer makine… Ne olduk biz? Kendi toprağımızda köle… Düşündüğüm kadar iyi tutmadı bu dediklerim ama, biraz olsun kızgınlıkları anlam kazanmaya başladı insanların. Belki daha iyi konuşmalıydı, belki kadından bahsetmemeliydi. Ama yine de birkaç yürek duydu beni. Sonra beni duyanlar başkalarını ikna etti. Başkaları başkaları. Sonra o gece, ahali tüm nefretiyle çaldı kapısını Yahudi'nin. Eğilmiyorduk karşısında, gözlerinin içine bakarak istiyorduk hakkımızı… Jandarma geldi sonra. Kimilerine göre kurtarıcımız… Dinledi iki tarafı da. Sonra kalktı omsunda birkaç çizgiyle, gürledi ahaliye: "İstemeyen gider!". Yıldılar belki ilk başta, ama tekrar birleştik. Başka bir gün bir daha. Başka bir gün bir daha. Ve sonunda vermeye başladı Yahudi payımızı. Dinlenme hakkımızı. Sadece ekmek için çalışmıyorduk artık. Artık geleceğimiz için çalışıyorduk, artık hakikaten kendimiz için çalışıyorduk.

Yazarın Ölümü

Durdum tarlanın ortasında, haykırdım. Kardeşlerim biz işliyoruz bu toprağı. Kardeşlerim bizim elmalarımızla ödeniyor buraya gelen her şeyin parası. Kardeşlerim atadan kalma toprağımızı işliyoruz coşkuyla. Çünkü birleşerek kazandık haklarımızı. Ve siz Yahudi beni attığında bile bana sahip çıktınız. Siz birlik kaldınız. Ama Yahudi hala o saray yavrusunda. Kardeşlerim hepimiz burada doğduk. Kardeşlerim hepimiz burada çalışıyoruz. Kardeşlerim tüm bu zenginliği biz yapıyoruz. O adamsa içeride sefasını sürüyor şarapla. O yatıyor ve yiyor hakkımızı. Şimdi hakkımızı alma günüdür kardeşlerim. Şimdi kazanma günüdür… Benim gibi cahil bir adamdan da bu kadar oluyor ajitasyon ne yaparsın. Ama geceye bu sözlerle ateş kattık. Ve o herifi tahtından o gece attık. O gece kazandık bizim olanı. Yalnız bugünü değil geleceği de kazandık… Ama artık iyice yaşlanmış ninemin kalbi boşa sızlamıyormuş. Yeni dünyanın efendileri de ninemin zamanında olanlar gibi, silahlıları besliyormuş. Hem artık adalet de onların elindeymiş. Hukuk Yahudi'nin efendilik hakkını tanımakmış. Suçluymuşuz bizler. Utanmalıymışız… O gece dipçiklendik, o gece hor görüldük. O gece mahpuslara konduk. O gece kovulduk… Yahudi ne yürekliymiş. Haber saldı bize, şikayetçi olmayacakmış. Kamu davası da açılmazmış eğer o istemezse. Ama tüm haklardan vazgeçilecekmiş. Yoksa yukarı köylerden işçi getirmeyi bilirmiş. Bizi düşündüğünden şefkatli elini uzatıyormuş. İşte o gece en kötüsünü asıl o an yaşadık. İşte o gece bölündük. Bir bir düştük. Zincilrere vurulduk bir daha…

Baktık duramamışız buralarda, olsun.Selam vermeden köye ayrılamamışız buralardan, olsun. Selamlarını da alamamışız ,olsun. Sonra kendini kurt sanan bir it, sonra koyun gütmekten başka bir şey beceremeyen bir it daha köyden çıkamadan vurmuş bizi olsun. Güpegündüz cinayeti gören köylü suspus olmuş, olsun. Adalet yerini bulmamış, olsun. Kalanlara bir iz olsun da ne olursa olsun…

Deli x SeksenDört / Gerçek

Yalvar yakar ikna ettim kendimi. Evet, evet kendime yalvardım yakardım. Durup dururken oldu bu yakarış. Askeri inzibat gördüm. Sonra kendime yalvarmaya başladım. Dedim ben her gün bu caddeden geçmek zorundayım, sonra dedim anladığım kadarıyla bu askeri bina da her gün burada konumlanmakta ısrar edecek, sonra da dedim sürekli iki asker bekleyecek öyleyse kapının önünü. Demek ki her gün silah göreceğim. Kabul etmek lazım g3 tüfeği Amerikan filmlerindeki "Magnum"lardan daha az tedirgin edici. Ama yine de gerçekle barışamama eğilimli bir insanım. Fakat buna rağmen de gerçekçi yaşamaya çalışırım. Alkol almadığım günlerde, ki böyle hikayelerin kahramanlarının aksine nadir alkol alırım, gerçekle yüzleşmeye çalışırım. Beni rahatsız eden şeylerle barışmaya çalışırım. Ama ondan önce, geçen yine otobüse bindim, en az sizin kadar çok otobüse binerim ben, düz koltukların bitip yan koltukların başladığı yerde düz koltukta oturanla yan koltukta oturan burun burunadır ya, işte öyle bir haldeyim payıma da bir cumhuriyet kadını düşmüş. Tedirgin olmamaya barışmaya çalıştım bir süre. Ancak sonra kesif bir soğan kokusu sardı etrafı, ekmek arasına soğan filan koymuş peynir filan da herhalde, neyse işte otobüste yenmesi alışılması zor gerçeklikler yaratan bir durum yani. Bu arada bir insan nasıl hem cumhuriyet kadını olur hem bol soğanlı yiyecek tüketir otobüste derseniz iki teorim var. Birincisi gerçekliğin en tuhaf yer yer fantastik taraflarına denk gelmişimdir, gene öyle bir durumdur belki bu. İkinci teorimse cumhuriyet kadını denen şeyi fazlaca kafamızda stereotipleştirmemiz belli bir sınıfa ve özellikle sınıf kültürüne atfetmemiz filan. Halbuki yok öyle bir şey… Yahu ben ne anlatıyordum? Ha… yok ben bir şey anlatmıyordum. Ama kadın tecrit altında üç ay yatmış da dışarı çıkmışçasına anlatıyordu bir sürü şey. Sonra çirkin bir türbanlı bindi, bizim kadın azıttı. Erkeklerini tatmin etmek ve aynı zamanda kendilerini ispatlamak için türban taktıklarını yumurtlayıverdi. Daha bir sürü şey söyledi de ben kaçınılmaz olarak gerçeklikten kopmuştum. Tekrar dünyaya döndüğümde kadının gerçeğe nasıl tahammül edemediğini gördüm ve ardından dehşete kapıldım yine fark edince. Ben de gerçeğe tahammül edemiyordum. Bu aydınlanmış olduğunu varsayan insanlara tahammül edemiyordum işte. Otobüsten indim hemen. Güneşe baktım. Öyle duruyor, bir değişiklik yok. Sonra gökyüzü hala mavi. Bakıyorum yine bulutlar umumiyetle beyaz. Yani yukarıda gerçek değişmemiş. Halbuki olmaz böyle bir şey ya kendin değişirsin ya gerçek değişir. Sen de gerçeğin bir parçasıysan gerçek her zaman değişir. Ama güneş yerli yerinde duruyor. Gerçeği değiştireceğimize inanıyoruz devrimci oluyoruz, sonra devrim yapamıyoruz sonra devrim istemez oluyoruz. Yani dış gerçek değişmeyince iç gerçek değişiyor. Tersi de olabilirdi ama (yazık ki) bu oldu. İki olası durumun benzerliği ikisinde de gerçeğin az veya çok değişmesi. Peki güneş niye hep yukarıda yahu? Değişmeyen bir şey, tuhaf yani. Tabi ben bunları düşünürken yeniden gerçeğe tahammül edememe durumuna girdiğimi fark ettim. Zaten sürekli buna benzer şeyler yaşamaktan bıktığımdan kendime yalvarıyordum. Evet evet o silahlardan rahatsız olmayayım diye kendime yalvarıyordum. Sonuçta ben dediğim şey benim elimde değil. Silahı sev deyince sevemiyorsun. Benden içeri olan benin değişmesi lazım. İnsan tabi hem her zaman içinde olan hem de hiçbir zaman anlayamadığın kontrol edemediğin bir şeyle yaşayınca ister istemez ona tanrısal özellikler bahşediyor. Ne bileyim ben ona yalvarınca o merhamet edecek gibi. Gerçeğe her defasında yenilip de gerçek değişebilirmiş gibi gerçekten her an rahatsız olan ben sanki bir gün kalkacağım ve tüm gerçeğe katlanacak hatta gerçekten mutlu olacağım. O bahtiyar gün gelecek. Endişelenmeyi bırakacağım bir gün, silahı da bombayı da seveceğim, evet.

Aşağı yukarı on gün sonra…

Sonunda o kutlu gün geldi. Silahları gördüm ve göğsüm kabardı o an. Çünkü artık silah görmüyordum. Evet evet gördüğüm devletin iktidarın ve gücün yansımasıydı. Devlet her erkeğin eline veriyordu silahı, çünkü "erk"ek iktidar sahibi olma eğilimindeydi. Ve önce devleti elinde uzun bir şey olarak hissetmesi gerekiyordu her erkeğin. Sonra "Her şey vatan için" türküsü söylemeliydi. Her şey vatan için olduğundan değil, her şey vatan için olduğuna inanmak için. İşte cevap bu inanmak. Yani gerçekten kaçmanın bir anlamı yok. Gerçeği, hatta, kavramak lazım. Ama gerçeği değiştirmemek için elinden geleni ardına koymayanı sevmek ve hatta ona âşık olmak lazım. Bu sayede ne bildiklerimizi unutmak zorunda kalırız ne de yaşamdan kaçmak zorunda oluruz. Örneğin Recep Tayyip Erdoğan mükemmel bir başbakana çok yakın bir insan. Tek kusuru benim bir süre önceki halim gibi kimi insanların tam inanç sahibi olmadan yaşamalarına göz yummak. Halbuki herkes devletin erkeği de kadını da çok iyi tanıyarak onlara görevler verdiğine ve bu harika düzenin devamı için en bilgece kararları aldığına inanmalıydı. Ama yalnızca inanç. Çünkü herkes aynı şekilde düşünürse devletle devlet olmayanın ne farkı kalır.

Sekiz nokta dört nokta beş gün önce…

Türkiye'nin Kıbrıs'ta George Clooney'i desteklemesi ne kadar tutarlı sizce de öyle değil mi? Geçen gün, gün dediysek artık güneş doğmuyor biliyoruz, televizyonda başbakanı izliyorum. Yine olabilecek konuşmaların en harikasını yapıyor. Hep kafamı kurcalayan bir soruyu açıklığa kavuşturdu: "Birilerinin türban gerçeğinden rahatsız olmasını birilerinin Atatürkçülük'ten rahatsız olmasını birilerinin serbest piayasadan rahatsız olmasını birilerinin devletçi politikalardan rahatsız olmasını ve bunların tamamının gerçeği değiştirmeye çalışmasına göz yumuyor hatta biz de bunlar içinde bir taraf tutuyoruz. Çünkü esas olan düşünen insanların kurduğu bu düzene teslim olmayanların düzeni devirmesini engellemek. Hem böylelikle türbana takıyorlar kafayı. Entelleri de tutup yazılarında gerçeği değiştirerek gerçeğe katlanabildiğini söylüyor. Gerçeği değiştirmek herkesin fantezisi yani. Bırakalım insanlar inanmaktan vazgeçsin. Düşündüklerini gerçeklere çevirebileceklerini sansın. İnsanları zorla mutlu edecek değiliz ya…"

On ikinci geceden sonra…

Gerçeği tahrif ederek devrimler yapıyorum kafamda. Ama şimdi kuş kadar hafifim. Mutlu olduğum gerçekte en ufak bir sorumluluğum yok. Kafamın içinde ise en absürd şeyleri bile düşünüyorum. Geçen -çok güleceksiniz buna- insanların rekabet motivasyonu olmadan yaşayabileceğini düşündüm. Ama size de tavsiye ederim. Fikir dünyanız hep böyle sevimli olsun. Bu arada geçen İngeltere Kralı'yla popstar alaturkadaki kızıl saçlı kızı konuştuk. Mutluluk verici bir paylaşımdı. Bu arada evrensel hukuğa vereceğim. Gelen var mı?