Bira mı alsak? - I

Sigaradan son bir nefes daha aldı ve sigaraları bitmişti. Şişenin dibindeki tatsız biraya da ardından bir nefes çekemeyeceğinden hiç katlanamazdı. Şişeyi duvara fırlattı, gürültülü tok bir ses çıktı ama şişe kırılmadı. Gece lambasının karamsar aydınlığında geceye sövdü gene. Boş sokakta belli belirsiz yankılandı sesi. Gece sessiz, bütün evler soğuk, nerede hoşgörü nerede yardımseverlik, her kapıda bir kilit, sokakta dışlanmaktan başka ne hissedebilirdi? Saatler sonra doğacak şu sonbahar güneşinin hiç ısıtamamasına rağmen sıcacık göstereceği şu kaldırım, ilerideki bank, yaslanmaya müsait bahçe duvarı hepsi sessiz hepsi soğuk hepsi adeta başkasının malı, hepsinin üstünde bir o yabancı…

— Bira mı alsak, dükkân var mı ki yakında?

— Oğlum tüm parayı yatırdık boka zaten, şu ileride Umut’un evi var numara çekmez dert etme…

— Lan ne dert edecem, sen bir zamanlar sıcak yatağında mışıl mışıl uyurken ben karlar arasında üç kuruşluk adamların nefesiyle ısınmaya çalışıyordum.

—Yatağın olmadığından mı çıktın göt! Sürekli bir melankoli amını sikiyim, tutunmaya çalıştın mı bir kere de sövüyorsun şu siktiğiminin hayatına!

Burunlarından kesik kesik çıktı ağlanacak hale gülmenin sesi. Tutunmuş gibi davranan şu salak sövmüyor muydu sanki hayata? Kim tutunuyordu bu arada?

— Oğlum bira alalım lan, daha demleniriz.

— Üşüdüm lan ben

—İç don giydin mi?

—Ne?

— İç don lan, havalar soğuyunca annemiz giydirir ya…

— Anneni…

Sokağın soğuğunu bastıramayan bir bakış kesti diyalogu bir an

— Lan oğlum iç don ne amına koyayım. Şurada olmadık küfrettiriyorsun

— Ben ettiriyorum de mi?

Aslında böyle uzayıp gidebilirdi evlerde yaşayanların görmediği, görenlerin tedirginlikle baktığı bu iki serserinin konuşması. Ama soğuk duvarda şişe patlatamayan, içi dolu şişeler alma telaşındaydı, zorla yürüttü yoldaşını ta neredeki açık tekel bayiine.

— Sen ne zaman bitireceksin lan okulu? İç iç nereye kadar lan?

— Lan iki karı muhabbeti yapma bi be

— Seksist dingil

— Ben dingil sen entelijans…

Her gün de içerlerdi aslında. Ama üç kuruşluk yurt odasında bilemedin aşağı çimlerde olmadı şuradaki parkta içerlerdi. İki üç katlı apartmanların “şirin” evlerin arasında değil. Ama “seksist dingil” yurttan atılmıştı yok yere ve dünyanın en vefalı “entelijans”ı da peşine takılmıştı dostunun. Öte yandan aralarındaki sağlam bağı hiç düşünmezlerdi, iyi arkadaş olmalarını birbirilerine rahat küfredebilmelerine bağlarlardı. Hem ağız dolusu küfredemedikten sonra dost edinmenin ne anlamı vardı?

— Oğlum Umut’un evinden uzaklaşıyoruz. Salaklık etme ne yapacan, amına koduğum dışarıda?

— Sen ne yapmayı düşünüyorsun?

— Hocam ben şu iki birayı Umut’un evine yürürken içselleştirmeyi planlıyorum, akıllı ol yanımda gel benden söylemesi, ha gelmezsen de ekim sikim hikâyesi, biliyorsun…

Hâlbuki nerede? İnsan istediği kadar entelijans olsun biri için acaba başına bir şey gelir mi diye düşünmeye başladığı anda artık onu bırakamaz. Ama bizim entelijans başkası için endişelenecek bir tip de değil aslında. Peki neden gitti peşinden? Salak da diyemedi kendine içinden bir bildiği ama açık açık söyleyemediği var belli

— Ulan sikik bari nereye gidiyoruz onu söyle

— Ne bileyim amına koyayım ben ne yaptığımı biliyor muyum?

Bilmez mi? Sokağı tanırım diye böbürlenen – böbürlendiği şeye bak hele- alkolik bir adam değilsin yalnızca şu sokağa düştüğünde vurup memelekte gitmediysen, nereye gittiğini pek ala biliyorsundur.

— E bitti…

— Yarak kafa ne bekliyordun? Harbiden çıldıracağım lan.

— İki saniye küfretme lan. Bak şu geçidi görüyor musun?

— Hemzemin

— Yapma ya tünel sandım ben onu

— E ne var amına koyayım

— Oraya gideceğiz sonrası sana kalmış.

Geçidi gördüğünde münasebetsiz bir şey geldi aklına. Memleketinden gelen tren şehre tam da bugün yani perşembe tam saat ikide geliyordu. Normalde de bu tren onun için çok şey ifade ederdi ama aklında, akıl almaz bir soğukkanlılıkla parlayan bir fikrin ana nesnesi olarak bu tren bir anda daha da güzelleşti gözünde. Nasıl da hızla yaklaşmaktadır şimdi…

NO PASARAN!!!

Elindeki silahı bırakıp temizlik işine, ordu donatım bakım işine girmesi istenen dünyanın en haklı feminist gerillası haykırıyor:

"Biz, devrimin neden nüfusun sadece yarısının elinde olduğunu anlamıyoruz. Bizler anarşistleriz fakat aynı zamanda kadınız ve kendi devrimimizi yapmak istiyoruz. Erkeklerin bunu bizim için yapmasını istemiyoruz. Erkeklere göre hazırlanmış bir mücadele istemiyoruz çünkü her zamanki gibi biz sikiliyoruz. Dövüşmek istiyoruz, çünkü kendi payımıza düşeni talep ediyoruz. Ve anlaşılmasını istiyoruz ki, biz şu halimizle mutluyuz ve evde örgü yapmamız koca bir hata olurdu.

Ölmek istiyoruz! Ama erkekler gibi ölmek istiyoruz, hizmetçiler gibi yaşamak değil!"

1996 yapımı Libertarias filmi İspanyol İç Savaşı’nda cumhuriyetçiler kanadında duran CNT(Confederacion Nacional del Trabajo)/FAI(Federacion Anarquista Iberica) örgütüne bağlı küçük bir anarşist birliğin hikayesini anlatıyor. Savaşmak için erkeklere silahlarını teslim etmeyi reddederek cepheye giden biri orospu biri rahibe altı kadın filmde yalnızca yüzyılın son idealist savaşında devrimci mücadeleye yürümüyor, aynı zamanda anarşist olduğunu söyleyen ama kadınlara “eskisi gibi” temizlik işi veren erkeklerle de mücadele ediyor. Onlarca yasakla toplumu dize getirmeye çalışan faşistleri devirenlerin apolet takmayı reddettikleri, önderlerinin basit bir asker olmaktan gurur duyduğu ve yasaklananın yalnızca mülkiyet olduğu bir ortamda Ruslara nasıl devrim yapılacağını göstermeye çalışan erkekli kadınlı binlerce anarşistin, sosyalistin, devrimcinin umut dolu savaşı oldukça akıcı bir dille anlatılıyor.

Filmden iki diyalog,

Sovyet temsilcisi kibirle soruyor:

— Sizin bölüğünüzdeki adamlar düzensizlikle suçlanıyorlar. Bazıları, kaos diyor. Profesyonel askerler saygı görmediklerini düşünüyorlar. Buna ne diyorsunuz?

— Burjuvazi, her zaman özgürlüğü kaosla açıklama eğilimindedir. Biz itaati değil, hevesi örgütledik…

Bu da Amerikalıdan:

— Bu kuşkusuz çok pahalı bir zafer olacak. Size bir harabeler yığını kalacak.

— Biz harabelerden korkmuyoruz. İspanya'nın ve Amerika'nın saraylarını ve şehirlerini işçiler yarattı. Bunu yeniden yapabiliriz. Burjuvazi, tarihe gömülmeden önce dünyasını yıkabilir fakat bizim yüreklerimizde yeni bir dünya var ve her saniye büyümeye devam ediyor.


Kimilerine göre saplantı bizimkisi, biz ölmüşüz bitmişiz meğer. Biz zaten hiç olamamışız meğer. Desinler ne derlerse desinler. Çok değer verdikleri ama asla anlamadıkları demokrasi bir kerede geldi sanıyorlar dünyaya. Ordusu olan adamın genelge yayınlaması tek partili mecliste kanun yapmasını devrim sanıyorlar.

Ama bilmiyorlar bizim gibi sınıfsızlar sınıf atlasa da sokaklar yaşayacak. Sokak sanatçıları polise rağmen şarkı söyleyecek:

Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar.
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar.
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar
Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler
Onlara aldırma Hayyam. Dostum… Dostum…

Diğer yandan bu bir melankolinin ezip geçebileceği şey değil. Bu modern devletlerin Prometelerinin hastalığı. Üzerinden tank geçti ve hala yaşıyor. Bir daha ayağa kalkacak. Ve yeni bir idealist savaş olacak. Ve bu öyle olması gerektiği için değil kaçınılmaz olduğu için değil biz yapacağımız için olacak. Kimse olunmayacak herkes olacak.

Hastalık, işte bu da böyle bir hastalık… Hiç kimsenin hiç kimseden üstün olmadığı bir düzeni isteme hastalığı kardeşçe yürüme hastalığı…



Binlerce insan yürüyor kardeşçe…

“Bir koridor gibi çın çın öten daracık sokaktan ayaklarını vura vura uluslararası birlikler geçiyordu. Kimler yoktu ki aralarında? Uzun saçlı aydınlar, inatçı komünistler, Nietzsche bıyıklarıyla yaşlı, Sovyet filmlerindeki jönleri andıran yüzleriyle genç Polonyalılar, kafası traşlı Almanlar, Cezayirliler, bunların arasına yanlışlıkla karışmış İspanyollar denebilecek İtalyanlar, hiç kimselere benzemeyen İngilizler, Moris Tores'e ya da Moris Şovalye'ye benzeyen Fransızlar... Hepsi de çelikleşmiş dimdik!

Kışlalarına yaklaşıyorlardı ya, birden marş söylemeye başladılar. Ve yeryüzünde ilk defa olarak savaş düzeninde yürüyen her ulustan karmakarışık bir sürü adam, enternasyonal'i bir ağızdan söylemiş oluyordu...

Kimselere nasip olmayan böylesi bir kardeşleşmenin görkeminden titredi Madrid. Coşkuyla fısıldadı tek bir ağız gibi: "Bizimle savaşmaya, bizimle ölmeye gelmişler!" onların dil sorunu yoktu, dünyayı yaratan ellerinden tanırlardı birbirlerini. No pasaran sır değildi onlar için. Ve hangi dilde verilirse verilsin anlarlardı "hücum!" komutunu. Yüzlerini bile görmedikleri ispanya işçi ve köylüleri için aynı kahramanlık ve sadelikte öldü onlar.

Öldüler haykırarak! Diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir! No pasaran!"

Proletarya partisi, savaşta en ön safta
Beşinci alayı kurdu
Savunmak için ispanya'yı

İspanya'nın çiçeği, en kırmızı çiçeği halkın
Omuz omuza 4 taburla
Dövüşüyor Madrid sokaklarında

Anacığım, anacığım
Bak şuraya şarkılarla
Yürüyor alayımız, yürüyor savaşa doğru,
Yürüyor faşizme karşı!”

NO PASARAN!!!




Not: Üçüncü kısımdaki şarkı Siya Siyabend adlı sokak sanatçısı grubun, son kısımdaki alıntılanmış kısım Kutupyıldızı adlı grubun eseridir.