Özgür İnsanlar Ne Zaman Akşam Yemeği Yer?

Özgürlük, beraber yaşama ve demokrasi. Bunları hep birbirinden kopmaz şeyler olarak görüyorum. Bir ütopya tasarlama çalışmamda fark ettim ki en çok bu üç kavramı kullanıyorum.

Neden özgürlük? Çünkü, var olanı anlama, alternatifler sunma ve sonunda ideal olanın (ütopya) inşası çalışması sırasında ilk şarttır özgürlüğü anlamak. Kişilerin özgürlüğünü anlamadan var olanın neden bu şekilde varlığını sürdürebildiğini anlayamayız. Eğer bir ‘sistem’den söz edeceksek -ki tanımlamaya ve özelliklerini belirlemeye çalıştığımız her an sistem değişecek ve tam bir tasvirini yapmamızı olanaksız kılacaktır, ancak yine de anlık olarak kişilerin yaşam şekillerini sürdürdükleri bir şekil, bir kültür vardır ve bu kültür tüm topluma yayılmış olmakla ve sadece yatay değil dikey yapıları da barındırmakla sistem olarak adlandırılabilir- kişilerin neden bu sistem içinde olmayı kabullendiklerini ve rollerini oynadıklarını da anlamalıyız. Kişinin özgürlüklerini yine kişiye bağlayan döngüsel ve dolayısıyla saçma yöntemlerden uzak durarak, kişinin neden oldukları kişi olduklarını sorgulayarak bunu yapmalıyız.

Neden beraber yaşama? Her türlü tahakkümün reddedilmesinin zorunlu sonucu olan hiyerarşi barındırmayan bir ‘sistem’i ütopya olarak alırsak eğer, incelememiz gereken sıradaki olgu beraber yaşama olacaktır. Kişilerin baskıcı ve zorlayıcı yönetim demek olan devletin dışına çıkarılıp özgür oldukları bir ortama taşınmalarından sonra doğanın çetin şartlarıyla baş başa kalırız. Manderlay’de olan da bunun küçük çapta tezahürüdür. Yapacakları şeyler kendilerine bir ‘mam’ tarafından harfiyen söylenen köleler ile yapacakları şeyler kendilerine devlet ve bir devlet organı gibi çalışan aile tarafından kısmen söylenen vatandaşlar arasında bu açıdan bir fark yoktur. Başlarından ‘mam’leri alınmış kölelerin düştüğü durum, yaşamak için gereken şeyleri belirleyip düzenleme işinin bir anda üstlerine kalmasıdır büyük bir yaklaşıklıkla. Benim yapmak istediğim şeyse vatandaşların başlarından devleti almak olduğundan, bu sorunla, yani yaşama şekli sorunuyla yüzleşmemem mümkün olmazdı. İşte Manderlay, bu sorunumu -bence sanatın yüzlerinin önemlilerinden biri olan- yalınlaştırma ile gözlerimin önüne serdi ve göremediklerimi bana gösterdi. Bu yüzden büyük bir filmdir benim için. Manderlay övgüsünü bir kenara bırakırsak, beraber yaşama, insan tek başına yaşayamayacağından tartışmamıza dahildir, çünkü doğa şartları çetindir ve insanın ortak yaşama ihtiyacı vardır.

Neden demokrasi? Bir kez insanların beraber yaşamak zorunda olduklarını kabul ettik mi önümüze belki de işlerin en çetini çıkar: Toplumun niteliklerini belirlemek. Beraber yaşamak doğal olarak bir topluluğu meydana getirir. Ama toplum bundan farklı bir şeydir. Toplumu doğal olan ve varlığı beraber yaşamadan zorunlu olarak çıkan bir nesne olarak düşünürsek büyük yanılgı içine düşmüş oluruz. Çünkü toplum, bir denge noktasını ifade eder. Toplumu kabul ettiğimizde bireylerin ihtiyaçlarının büyük oranda karşılandığı, kısmen dengeli bir ilişkiler yumağı tasvir edebileceğimizi kabul etmiş oluruz. Bu aşamada en büyük zorluğu bireylerin ihtiyaçlarının karşılanması çıkarır. Eğer bir toplum tasvir etmek istiyorsak bu zorluğu teorik planda aşmamız gerekir. Kişinin herkes için çalışması, herkesin kişi için çalışması için zorunlu olduğundan, kişinin diğerleriyle ilişkisi tam bir özgürlük temelinde olamaz. Kişi, özgürlüğünden tavizler verip toplum olmanın gereklerini yapmak zorunda kalır. ‘Toplum’ ‘kişi’ler üzerinde bağlayıcı kararlar almak zorunda kalabilir. Örneğin Manderlay’de olduğu gibi, bir kum fırtınası, toplumun ektiği tohumların çoğunluğunu telef edebilir. Bu noktada kişilerin hayatta kalmak için özgürlüklerinden taviz vermeye hazır oldukları aşikardır. Bu noktada, günümüzde olduğu gibi bir devlet tahakkümü yok, aksine kişilerin hayatlarının nesnel olarak tehlikede olması ve kişilerin de bunun farkında olması vardır. Yapılacak şey açıktır, ne yapılacağına karar verilmelidir. Her türlü tahakkümü reddetmeyi temele aldığımdan, seçilmiş veya başka türlü başa gelmiş bir lideri kabul edemiyor ve demokrasiyi, yani kararın oylanmasını düşünmek zorunda kalıyorum. Demokrasinin bende oluşturduğu olumsuz çağrışımları, -günümüzdeki demokrasiyi temelde bir ikiyüzlülük olarak algılamamla ilgili olabilir- bir tarafa bırakmak ve onu da tartışmaya katmak zorunda kalıyorum. Von Trier ise demokrasiye de çok güvenmemek gerektiğini filmin devamında kafamıza vururcasına anlatıyor.

Türkiye’deki mevcut durumu anlamak, bu yalınlaştırılmış ortamdan daha zor mutlaka. Cumhuriyetin ilanından başlarsak düşünmeye -bir yerden başlamak lazım- Manderlay’den çok farklı olmayan bir yapı görüyoruz. Başlarından ‘mam’ değil de padişah alınmış bir halk ile başlıyor film. Başlarından padişahı alan kişi Mustafa Kemal, işin sadece bundan ibaret olmadığını görüyor ve halkın özgür olmasının yolunun özgür halkın oluşturulmasından geçtiğini anlıyor. Oluşturma çalışmalarınıysa az çok biliyoruz hepimiz. Peki, bu halk hala neden olmamış? Bugüne geldiğimizde durumu olmamış bir halk ve hala oldurmaya çalışan Mustafa Kemal ardılları gibi algılarsak bence gerçekliğin betimleyememiş oluruz.

Temel sorun, beraber yaşama aşamasında karşımıza çıkıyor kanımca. Doğanın çetin şartlarıyla -ki cumhuriyet Türkiye’sinde başka çetin şartlar da var- nasıl baş edileceği sorunu demokrasiyle çözülmeye çalışılmış. Ancak demokrasiye uygun bireyler ortada olmadığından bilgili, akıllı insanlar her derde derman oluyorlarmış. Bu akıllı insanlar, zamanla yönetimi halka bırakacaklardı, ama olmadı. Bence bunun iki temel sebebi var:

Birincisi, devrim fazlasıyla ideoloji yüklüydü. İnsanları özgürleştirmek adına ortaya çıkmıştı, ama arkasında dışına çıkılamayacak altı ilke ve onlarca özdeyiş bırakarak, özgürleştirme adına pek bir şey yapmamış oldu. Burada iki ihtimal var: Belki Mustafa Kemal ve devrim kadroları, dünyanın çetin şartları içinde gerçekten çok katı ve disiplinli olunmadığı müddetçe hayatta kalınamayacağını düşünüyordu. Gerçekten de bu ideolojinin ‘milletin bekası’ için zorunlu olduğuna inanıyor olabilirlerdi. Zaten bu inancın yansımalarını günümüz Kemalistlerinde fazlasıyla görüyoruz. İkinci ihtimalse, Mustafa Kemal, aslında demokrasiyi temele almıştı, devrime sonradan ideoloji yüklendi. Bence iki ihtimal de kısmen doğru. Yani, devrim hem fazla ideolojik, hem de daha da ideolojikleştirilmiş. Kemalist kadrolar, kendi hegemonyalarını sürdürebilmek için -ki demokrasi buna izin vermez- devrimin demokratik içeriğini azaltıp milliyetçi, laik, pozitivist içeriğini artırdılar. Bu değerler ‘milletin bekası’ için elzem olduğundan ve aynı zamanda en iyi Kemalistler tarafından savunulduklarından, iktidarları doğal olarak güçlenmiş oldu. Ayrıca, kadroların iktidarı bırakmak istemeyişi, temel amaç olan, halkın ‘oluşturulması’nın da önüne geçmiş oldu. Bilim ve aydınlanma halka yayılacağına, oligarşinin bırakmak istemediği, sürekli olarak koruyup kolladığı, halktan kopuk değerler olarak kaldı. (Kemalistler, bilimi sürekli koruduklarından geliştirmeye fırsat bulamadılar, onu halkla bile paylaşmaya korktukları için kimse geliştiremedi.) Kendilerini ideolojiyle tanımlayan iktidar kadroları, özgürleşmenin ideoloji dışı düşünmek olduğunu bildiklerinden, özgürleştirme işini askıya alıp geçici olması gereken yönetimlerini sonsuza dek uzattılar. Böylece, özgürleştirici olması gereken devrim, yeni bir tahakküm alanı açmış, özgürleşmeye de zerre katkı sağlamamış oldu. Bu yeni tahakküm alanı, akıllıların akılsızları idaresiydi.

İkinci temel sebepse bence mevcut durumla kendiliğinden oluştu. Bu da bir nevi Stockholm sendromu şeklinde yorumlayabileceğimiz halkın özgürleşmek istemeyişi olabilir. Manderlay’de, köleler, kendilerini özgürleştirmek isteyen Grace’i bırakmamış ve başlarına lider ve efendi olmasını istemişlerdi. Benzer durum Türkiye’de de geçerli oldu. Bir türlü aydınlanamayan halk, kendinden de umudu kesti ve akıllıların tahakkümüne razı oldu. Yoksa devrim kadrolarının 84 yıl başlarında kalması nasıl mümkün olabilirdi? Buradaki diyalektik ilişkiyi görmeyip, olayı sadece halkın demokrasiye hazır olmayışı veya sadece devrim kadrolarının iktidarı bırakmayışı olarak yorumlamak yanlış olur. Karşılıklı etkileşim içinde, ne halk tamamen özgürleşmiş, ne de Kemalistler halkın önünü açmış. Zaman içinde özelde CHP kadrolarının yozluğu ve çözüm üretmeyişi karşısında karşıtları üretilse de (DP, AP, DYP, AKP), hala ‘Atatürk’ün partisi’ne oy veren milyonlar ve Kemalistlerin bu kadar güçlü olması, teorimizi destekler nitelikte diye düşünüyorum. Bu çözümsüzlüğün içinde, hala umut varsa, kısa vadede yapılabilecek şey ise Kemalizm’in bu topraklardan sistemli tasfiyesinden başka bir şey değildir. (Bu son cümle gereksizdi denilebilir, ama vatan haini olmanın tadı bambaşka.)

“Wilhelm: I'm afraid of what will happen now. I feel we ain't ready - for a completely new way of life. At Manderlay we slaves took supper at seven. When do people take supper when they're free? We don't know these things.

Grace: Free people take supper whenever they want to.”

Acaba öyle mi gerçekten?

Özgürlük ve Kölelik

Uzun gecenin bir yerinde özgürlüğün felsefesi adlı animasyonu (http://www.isil.org/resources/introduction.swf) izlemiştim. Liberal düşüncenin insan tasvirini ve özgürlükten ne anladığını gözler önüne seren bir animasyondu. Özgürlüğü tanımlamaya ‘sahip olmak’tan başlıyor. Kişi önce kendi canlılığına sahipmiş. Kendi canımız üzerinde tasarruf hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmamasına cinayet denirmiş. Sonra da eylemlerimize sahip olurmuşuz. Ne zaman ne yapacağımızı belirleme hakkı sadece bizdeymiş. Bunun olmadığı yer ise kölelikmiş. Son olarak da eşyalarımıza sahipmişiz. Bunun ihlali de hırsızlıkmış. Evet, ne güzel geliyor kulağa. Canımız, eylemlerimiz ve mallarımız var. Kimse karışmıyor bunlara. Her şeye biz kendimiz karar veriyoruz. Harika!

Peki biz kimiz? Tabi ki bunu sormaya bile yanaşmıyor kimse. Bizi ‘biz’ yapan şey nedir? Bunu animasyonu yapan elemana sorsak herhalde “Kim olduğuna da sen karar verebilirsin.” gibi abuk bir şey söylerdi. “Ne yapacağıma ben karar veririm”den ötesi olmayan, insanlara ‘ben’i sorgulatmayan bir düşüncedir bu animasyonun temsil ettiği. Bana göreyse özgürlük ‘ben’i sorgulamakla başlar. Bunu yapmadığımız sürece, bize sunulan gerçekliği doğrudan kabul etmiş ve rolümüzü makine gibi oynamış oluruz. Hatta, özgürlüğün ‘sahip olmak’tan ibaret olduğu dogması, insanların şeylere sahip robotlar olması durumunu destekler. Çünkü, onlara bir özgürlük tanımı sunarak ötesini arama ihtimallerini de azaltır. Özgürlüğü bu sanan kişi için gerçekliğin sorgulanması mümkün değildir ki. O, “Ben istediğimi yaparım.”, “Mesleğimi, yaşam tarzımı ben seçtim.”, “İstemesem yapmazdım.” ve benzerlerinden binlercesini hayal edebileceğimiz cümlelerle özgür olduğuna kendini inandırmıştır. Bilimkurgu yazarı Ursula LeGuin, özgürleşmenin gerçekliğinin sorgulanması yapılmadan mümkün olmadığını söyler. Bilimkurgunun da gerçekliğin sorgulanmasını sağlayan önemli bir araç olduğunu vurgular. Bunun için de hayal gücü ve yaratıcı kavrayış gerekir. Hayal gücüyle sorgulanan gerçeklik, düşünülen alternatifler, işte o zaman ‘seçim’ devreye girer. Peki, bizim o güzel ‘sahip olma’ üçlemesinde hayal gücü nerede? Burada yüzde52’nin bir sloganını burada belirtmeden geçemeyeceğim: “Hayal gücü eyleme!”

Genelde bu ve benzeri düşünceler içinde olduğum sırada saat üçü vurdu Manderlay’i izlemeye başladım. Bugüne dek bir filmini izlediğim Lars von Trier’in normal bir insan olmadığını biliyordum ama şimdiye dek izlediğim filmler içinde en çok etkilendiğim filmin bir von Trier filmi olacağını da tahmin etmiyordum. Filmde ABD’de bir çiftlikteki kölelerin ‘özgürleşmesi’ anlatılıyor. Amerika’nın liberal ideallerini benimsemiş zengin ve güçlü bir kadın (Grace), köleliğin kalkmasının üzerinden 70 yıl geçmiş olmasına rağmen hala köle olan Manderlay çiftliği zencilerini kurtarır. Onlara “özgürsünüz” der ve görevini yapmış olmanın gururunu yaşar. Eski sahiplerinin zencilerle sözleşme imzalayıp bu sefer köle değil de ‘işçi’ olarak onları kullanmak istemesi ve sözleşme şartlarının kölelikten farksız olması nedeniyle görevini bitirememiş olduğunu anlar. Özgürleşme ve özgürleştirmenin bu kadar basit olmadığını da. Bir plan yapar ve bir grup gangsterle beraber çiftlikte bir süre kalmaya karar verir. Bu süre içinde yarı zorla da olsa zencilere özgür olmayı ve gerçek bir ABD vatandaşı olmayı öğretecektir. Devamında özgürlüğü, kişiliği, beraber yaşamayı, toplumu, kısaca insanla ilgili birçok şeyi baştan inşa ediyor von Trier. Bundan sonrası hem spoiler’a gireceği hem de saatin altı buçuk olması nedeniyle film hakkında yorumumu burada kesiyorum. Ama devam edeceğim kesinlikle.

Akıllı İnsan Neden Akıllıdır?

“….bütün bu hükümler tek bir hükümde toplanır: ortaklardan her birinin bütün haklarıyla komünite lehine kendinden tümüyle vazgeçmesi çünkü 1. herkes kendini tümüyle verdiğine göre , şart herkes için eşittir ve 2. şart herkes için eşit olduğuna göre , kimsenin onu başkaları için külfet haline getirmekte menfaati yoktur.”
Jean Jacques Rousseau


Rousseaucu tavırla bakamaycağımız bir dünyada yaşıyor olsak da bu bakamayışımızı sağlayan idealisizliklerin sonuçlarını bu tavrı unutmadan incelemek yararlı olacaktır.İdealisizlik şöyle ya da böyle -kimi zaman kendi ideolojilerine yol açıtığından kimi zaman siyasi konjonktürden bağımsız olarak- demokrasinin korunması gerektiğini söyleyen ve dolayısıyla halka yakın olanlarla askere yakın “akıllı insan”ların cepheleşmesine neden olmuştur demokrasimizde.Bu kısa yazının konusu bahsettiğim akıllı insanların neden akıllı olduklarıyla ilgilidir.

Halk en doğrusunu bilemez

Demokrasi idealleşemediğinden en doğru olan yani halkın tamamının menfaatine uyan şeyleri bulmak zordur. 1930’ların yöneticileri zaten demokrasi olmayan bir ülkede demokrasiyi kullandıklarından söz hakkı verdikleriyle aynı fikirde olmamanın neden olduğu soğuk bir iç savaşla cebelleştiler. Onlara göre halkın menfaatine olan Atatürk milliyetçisi laik batıcı tavırla, -belki "dindar" olduklarından-halka demokrasinin yeni inşa edildiği günlerde bile kolayca inen en kolay yolla dinine bağlı olarak açıklanabilecek ancak birinci tavırdan çok daha heterojen olan ikinci muhafazakar tavrın soğuk iç savaşı kesintilere uğrayarak şimdiye kadar sürdü ve ilk zamanların şiddetiyle olmasa da halen sürmekte. Ama biz tarihsel süreci bir yana bırakalım ve demokrasinin idealleşmemesi ve dolayısıyla akıllı insanın demokrasi karşıtı tavır takınmasını biraz açalım. Rousseaucu tavrı elden bırakmadan demokrasinin “en doğruyu” bilen herkesçe niteliği kabul edilmiş bir grup olmadığından “en doğru” olanı belirleme görevini halka bıraktığını söyleyebiliriz. Şu halde bu tarz demokrasinin işleyebilmesi için genelin menfaatiyle özelin menfaatinin çelişmeyeceği bir sistem olmalıdır. Ancak halihazırda bir sermaye sahibi ile halkın çoğunluğunun menfaati çoğu zaman birbirine uymamaktadır. Bu problemi şimdilik atlasak da başka bir problem daha vardır. Halk iradesi halkın menfaatini düşünecektir, ama niyeti bu iken alacağı kötü kararlarla tersine neden olabilir. Bu sorunları aşabilmek için halkın yalnızca özel menfaatlerden arınmış olması değil aynı zamanda iyi bilgilenmiş ve eğitilmiş olması gerekir.

Akıllı İnsan Neden Akıllıdır?

Akıllı insan akıllıdır. Çünkü daha halka sormadan dediği bir şey vardır. Çünkü o akıllı olduğu müddetçe, onun dediğinin doğru olmama ihtimalini düşündürebilecek en ufak bir ilke yoktur. Temel iki problemi de aşamadığımız demokrasimizde bu yanlış karar verme ihtimali akıllı birinci cumhuriyetçilerin demokrasiye rağmen halkın refahını gözetme kuruntusuna düşmelerine yol açar. Birçok nedenlerle tamamıyla anti-demokratik olmayı içine sindiremeyen bu kurucu kesim demokrasi alanını askeri güçle sınırlandırarak bu kurtarılmış bölgede başlarda daha çok oligarşiye benzeyen sonraları teokrasiyi andıran bir düzen inşa etti. Yüce kurtarıcının ulu silah arkadaşının iktidarı demokrasi alanına açıncaya kadar devam eden düzen için oligarşi, sonraları şekil değiştirerek devam eden kutsal metine bağlı düzen için teokrasi benzetmesi yapmak yanlış olmaz umuyorum.

Akıllı birinci cumhuriyetin halkın bilememesine çözümü olan “Biz Biliriz” tavrı tüm bu süregelen tartışmada başlı başına bir kibir taşır. Ama bu kibire kaynaklık eden akıl sahibi olma durumu, “Biz Biliriz” halinin sadece nedeni değil aynı zamanda sonucudur da. Bu demokrasi içinde demokratik olmayan varlığın dönemler boyunca elden ele aynı kibirle taşınması onun kendini aklın yolu olarak tanıtmasından ayrı açıklanamaz. Bir aydınlığın bir akıllılığın meşruiyeti ancak böyle bir oligarşiyi ayakta tutabilir. Çünkü demokrasi "mutlak doğru olan yok, doğru halktır" deyişiyle karşısındakine doğru olanı bulmaktan başka bir şey bırakmaz. Eğer karşıt hem doğruluğu kabul edilmiş tabulaşmış bir insanla hem de bu insanın açtığı alanda yürüyenlerin elinde şekillenenin en aydınca olduğu propagandasıyla fikirsel ve eylemsel bir temel bulursa demokrasinin en tepeye halkı koyan bakış açısına demokrasiyi külliyen reddetmeden karşı çıkabilir. Demokrasinin mükemmel işlemediği bellidir, hata vermektedir ve akıllı insan hatayı düzeltir. O bu hakka sahiptir çünkü dediği doğrudur çünkü akıllıdır.

Hal böyleyken “pozitivist” olmak zaten bir meşruiyettir bir çözümdür. Bilimsel gerçek diye net ve tartışılmaz dokunulmaz bilgi Atatürkçü bilgiye de aynı kibri rahatlıkla verir. Akıllı ve bilimsel olmak demokrasiye karşı olmanın vicdani sorumluluğunu karşılar. Akıllı insan akıllıdır çünkü demokrasi tahakkümünde başka çaresi yoktur.

Konformizm nedir?

Konformizm Türkçe’ye uymacılık olarak çevrilebilir. Kişinin kendi inanç ve isteklerini var olan iktidara ve toplumsal normlara uymak için askıya alması, kendini ortama uydurması olarak tanımlanabilir.

İlk duyduğunuzda “konfor”mizm rahatına düşkünlüğü çağrıştırsa da, ‘konfor’dan sonra gelen ‘m’ size kelimenin o anlama gelmiyor olabileceğini anlatır. Aradan geçen yıllar boyunca, içinizdeki “acaba?” tereddüdü hiç gitmez, ama siz yine de onu kullanmaya devam edersiniz. Bir gün sözlüğe bakıp tanımla karşılaşınca şaşırmayla karışık bir öfke kaplar bünyenizi. Hayır, burada bir yanlışlık vardır. Bu kelime rahatına düşkünlük anlamına gelmelidir. İşte orada felsefeyi inşa etmeye başlarsınız.

Konformizm felsefesi, rahatına düşkünlük felsefesidir. Rahatına düşkünlüğün tüm gerekleri övülmeli, toplumsal alanda kabul görmelidir. Peki, neden bu anlama gelmeyen konformizm, bu akımın adı olarak seçilmiştir? İşte burada mükemmel bir tutarlılık vardır. Rahatına düşkün kişi, sözcüklerin ilk duyulduklarında çağrıştırdığı anlama gelmesini savunur. Çünkü, rahatına düşkün adam, sözlüğe bakmaz. Kelimeyi zannettiği gibi hunharca kullanır. Bu noktada, konformizmin anlamının rahatına düşkünlük olması, rahatına düşkün adamın isteklerinden biri olduğundan, o anlamda kullanılması, rahatına düşkün için bir ilerlemedir. Zaten, dünyanın %95’i, kelimeyi bu anlamda zannetmektedir. E o zaman “uymacılık” anlamına ne gerek vardır? Böylece, konformizm adı felsefeye tamamen uymakta, aynı zamanda tüm felsefeyi tek sözcükte anlatmaktadır. Ben, bu tarihe kadar felsefeyle isminin bu kadar uyduğu başka bir durumla karşılaşmadım.

Konformizmin sözcük anlamının “rahatına düşkünlük” şeklinde değiştirilmesi, konformistlerin birincil amacıdır. Çünkü, böylece rahatına düşkünlük, toplumsal meşruiyet kazanacak, haklı taleplerimizi dile getirmemiz kolaylaşacaktır. Bizim için kinizm, kindarlık, şovenizm de gösterişçiliktir, öyle olmalıdır. Bu tip simgesel hedeflerimize ulaştığımızdaysa asıl taleplerimiz başlayacaktır. Tabi, bunları yaptıktan sonra “aman hacı boşver” deme ihtimalimiz de vardır. İşte konformist akımın temel handikapı budur. Bu handikapı nasıl aşacağımız için henüz düşünmedim, üşeniyorum.

İktisat Bilimi Tartışmaları

Temmuz-'91 / Birikim-27 / Ahmet İnsel

Bundan birkaç yıl önce Fransa'nın ünlü muhafazakâr gazetesi Figaro'da büyük puntolarla şu başlık yer alıyordu: “Liberalizmin üstünlüğü matematik olarak ispat edildi!”. Yazı, Nobel ödülünü Kenneth Arrow'la paylaşan Fransız asıllı Amerikalı iktisatçı Gerard Debreu ile liberalizmin Kıta Avrupa'sındaki en çığırtkan savunucularından Guy Sorman'ın yaptığı bir söyleşiydi. Guy Sorman'ı Türkiyeli okuyucular Ulusların Yeni Zenginliği kitabından tanıyacaklardır. Söyleşide Debreu, tam rekabetin tam etkenlik sağladığını ve bunun yarattığı denge ortamının ise toplumsal örgütlenme açısından liberalizme denk düştüğünü iddia ediyordu. Böyle bir iddia karşısında aklı selim sahibi iktisatçılar omuz silkip geçerken, ilişikte yazısının tercümesini yayımladığımız Bernard Guerrien üşenmeden eline kalemi alıp, Debreu'ye “eserlerinizin hepsini biliyorum, hiçbir yerde eksiksiz rekabet ve genel denge arasındaki ilişki dışında bir cümle ifade etmediniz; ne de liberalizm-genel denge ilişkisini matematik yoluyla çözmeye kalkıştınız; o zaman bu iddia nicedir?” diye soruyordu. Debreu'den gelen cevap ise gerçekten kendisinin hiçbir zaman böyle bir laf etmediği, ama Sorman'ın orada laf karıştırıp, el çabukluğuyla böyle bir denklik ifade ettirdiğiydi.Bu küçük olay matematiksel iktisadın ne denli ideolojik yük taşıdığını sergilemesi açısından anlamlıydı. Çünkü matematik gibi nesnel bir bilimin yöntemi ve dili içinde bir iktisadi doğruyu ifade etmek, ona tartışmasız doğru statüsünü kazandırmak demek. Buradan hareketle de, bu doğruya olanak sağlayan ilk varsayımların gerçekliğinin doğrulanması demek bu. Yani her durumda çıkarını maksimize eden, tüm tercihlerini homojen ve birbirlerine ikame edilebilir biçimde ifade edebilen iktisaden rasyonel ideal insan ve onun davranışlarının çoğullaşmasıyla oluşan ideal toplum. Bu toplum, eksiksiz rekabet koşullarında tam etkenliğin sağlandığı optimal refah toplumu. Piyasanın kendi kendini düzeltme mekanizmaları sayesinde bu genel denge aynı zamanda istikrarlı. Yani en kötü ihtimalle konjonktürel dalgalanmalar sözkonusu. Ciddi bunalımların ise bir tek müsebbibi var: İktisadın doğal davranışlarını ve mekanizmalarını bozan devlet veya benzeri siyasal-toplumsal irade.Her şeyin kendiliğinden geliştiği eksiksiz piyasa ekonomisini çağdaş doğal ideal düzen mitosu olarak tanımlamak mümkün. Genel denge konusundaki çalışmalarıyla Nobel iktisat ödülünü alan Debreu'nün ağzına Guy Sorman'ın yukarıdaki cümleyi yakıştırması, matematikle desteklenmiş “nesnel iktisat biliminin” matematiğin kötü bir alt branşı konumuna düşecek kadar teknikleşmesinin altında yatan ideolojik dürtüyü günyüzüne çıkartıyor.Kendisi hem matematikçi hem de iktisatçı olan Bernard Guerrien'in esas uğraşlarından birisi, iktisatçıların çoğunun pek de iyi hakim olamadıkları matematiği kullanarak nasıl bir çeşit aldatmaca yaptıklarını, ispatlamakta zorluk çektikleri denklemleri nasıl es geçtiklerini ortaya sermek. Günümüzün moda iktisadı olan mikroekonomi ve bu iktisat dalının kaynaklandığı neoklasik iktisat okulu konularında Fransa'da en önde gelen uzmanlar arasında yer alan Guerrien'in yazısı iktisada aşina olmayanlara belki biraz kapalı, biraz zor gelecektir.* Ama gene de biraz zaman ayırıp, biraz zorlanmayı göze alarak yazıyı okumalarını tavsiye ederiz. Çünkü günümüzün iş bitiricileri olan iktisat mühendisleri, iyi kötü okudukları birkaç mikroekonomi kitabından kaptıkları sihirli “bilimsel” formüllerle iktisat politikaları oluşturmak, toplumu yönlendirmek ve devleti yönetmeye koyuluyorlar. Eksiksiz rekabet-tam etkenlik-refah toplumu-liberalizm zincirlemesine ulaşan ideolojik kaymaları ustaca kullanıyorlar. Bu nedenle iktisat üzerine, egemen iktisat kuramının yöntemi ve varsayımları üzerine düşünmek, tartışmak sadece akademik bir uğraş değil. “Liberal ekonomi öğretisi matematiksel olarak bilimsel midir?” gibi dolaysız siyasal bir tartışmayı en can alıcı biçimde sürdürmek demek.Guerrien yazısında belirttiği gibi, bugün hemen hemen tüm branşları mikroekonominin varsayımlarından hareket eden çağdaş iktisat kuramının dayandığı yöntem sadece matematikle sınırlı kalmıyor. Aynı zamanda günümüz iktisatçıları arasında gözde olan “yöntemsel bireycilik”. “Holizm”, yani toplumsal olayları bireylerin iradelerinden değil de kurumsal, tarihsel veya yapısal belirlemelerden açıklamak yönteminin karşısına, liberal iktisatçı ve sosyologlar, her toplumsal olayı mümkün olduğunca bireylerin seçim ve davranışlarından hareket ederek açıklama yöntemini, yani yöntemsel bireyciliği çıkarıyorlar. Ne var ki Guerrien'in de hatırlattığı gibi, Debreu'nün Nobeldaşı Arrow, yöntemsel bireycilik açısından çok can sıkıcı bir teoremi ifade etmesiyle de tanınıyor. Arrow'un Condorcet'den devraldığı olanaksızlık teoremine göre bireysel tercihlerin toplamından toplumsal tercihlere varmak her zaman mümkün değil. Hatta tersine, bunun mümkün olması için gerekli koşullar çok ağır ve istisnai. Tüm bireylerin aynı geçişli tercihleri ifade etmeleri gerekiyor. Bu ise neredeyse toplumu oluşturan bir örnek birey vardır demeye geliyor. Aksi takdirde, yani olağan durumda ise, toplumsal olan sadece farklı bireylerin tercih ve davranışlarının toplamı değil, onların aralarındaki ilişkilerin de toplamı demek. Bu ise sadece bireyden değil, toplumsal ilişkiden de hareket ederek bir gerçeğe varılabilir demek. İktisatçılar elbette toplumsal ilişkiyi inkar etmiyorlar. Ama matematiksel bilimsellik saplantıları onların ancak iki aktörlü ilişki modelleri üzerinde oyun oynamalarına izin veriyor. Çünkü ikiden daha fazla aktör devreye girdiği zaman ortaya çıkan neredeyse sınırsız durumu ele alabilecek matematik denklemleriyle başa çıkmak özel bir hüner gerektiriyor. Ayrıca bu durumda ortaya çıkan yeni sorunların birkaçıyla teknik olarak başa çıkılabilse bile, bunların içerik açısından tatmin edici cevaplar olacağı da şüpheli. Buna rağmen iktisatçılar korporasyonunun önde gelenleri, yani Nobel'le taltif edilenler ya da kendilerini geleceğin Nobel adayı olarak hazırlayanlar, bilimsel olarak ilerlediklerinden emin, matematiğin nesnelliği içinde yürekleri rahat, gözleri önünde dönen ideolojik sahtekarlığa mutlulukla göz yumuyorlar. Göz yummakla yetinmeyip, bu sahtekarlığı bizzat örgütleyen iktisatçılar da cabası.
* * *
1960’lı yıllardan ’70’lerin sonuna kadar, kendini kurulu düzene karşı muhalif olarak gören, kendini bu düzeni dönüştürmeye yönelik bir toplumsal faaliyete adayan gençlerin çoğu, ki bunlar o zamanlar Marksist olurlardı, iktisat eğitimine yönelirlerdi. O zaman iktisat bilimi, toplumun temelini anlamanın ve dolayısıyla onu dönüştürmeye muktedir mekanizmaları öğrenmenin bilimiydi. Bugün de kurulu düzeni ve onun egemen söylemini zayıflatmak, toplumsal tahayyülün üzerinde hükümranlığını kurmuş olan iktisadiyat ideolojisi ile mücadele etmek için iktisat öğrenmek gerekli. Ama bu kez toplumu anlamak için değil. Her şeyden önce egemen söylemi çözmek, onun el çabukluğuyla bilimsellik örtüsü altında gizlediği tutarsızlıklarını teşhir etmek için! İktisadiyat modelinin iyi kötü egemen düzen modeli olduğu devrimizde iktisadı yeniden bir siyasal felsefe olarak ele alıp, üzerine eğilmek gerekiyor.

(*) Bernard Guerrien’in Neoklasik İktisat adlı çalışmasını (İletişim Yayınları Cep Üniversitesi dizisi) bu konuda uzmanlara hitap etmeyen, ama bilimsel titizlikle yazılmış bir çalışma arayan herkese tavsiye ederiz.